Pek çoğumuz yaşadığımız, kullandığımız çevrenin yeniden tasarımını bir refleks olarak yapar; beğenmediğimiz, yanlış bulduğumuz uygulamaların yerine ürettiğimiz yeni çözümleri ışınlarız. Bu zihin jimnastiğinin mesleğimize bir faydası olur mu bilemem, ama kimseye bir zararı dokunmadığı kesindir. Oysa yaşadığımız kentin, ülkemizin yöneticilerinin bu kadar masum olmayan, olmadıkları gibi sonuçları da hepimizi ilgilendiren ütopik projelerini hatırlayınca ürkmeye başlıyoruz.
Başbakan bir gazeteciye aklındaki “çılgın” projeyi açıklamış; gazetecinin dediğine göre proje o kadar ilginçmiş ki kamuoyuna açıklama şerefi ancak proje müellifi olarak Başbakan’a ait olabilirmiş. Basın ısrarla bu projenin ne olabileceği üzerinde duruyor, yorumlar yapıyor, seçenekler sıralıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na da soruyorlar, bu projenin ancak Başbakan tarafından açıklanabileceğini belirtiyor. Ya ne olduğunu gerçekten bilmiyor (mümkündür), ya da böylece kamuoyunda oluşan merakın artmasını sağlamaya çalışıyor.
Olayın medyaya yansıma şeklinden hareket ederek konuya mizahi olarak yaklaşmak mümkün. Şapkadan tavşan çıkaran bir başbakan figürü karikatür sanatçılarının elinde güzel bir malzeme olarak işlenebilir. Ancak, şimdiye kadar yönetimlerin gösterdikleri performans, proje elde etme yöntemleri, kente yaklaşımları konunun şaka kaldırır bir yanının olmadığını hatırlatıyor. İstanbul gibi bir metropolün planlaması sürecinde gördüklerimiz endişemizi artırıyor. Koskoca kentin planlamasını neredeyse parsel düzeyinde uygulamalarla düzenlemeye, bu düzenlemeyi de sadece ve sadece mal sahibi ve müteahhit arasındaki bir sözleşme yapar gibi yürütmeye indirgeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.
Hatırlayalım; İMP adı altında oluşturulan yapıda katkısı istenen pek çok akademisyen uzmanlıklarıyla ilgili çalışmalar yürütmüş, raporlar hazırlamıştı. Meslek kuruluşlarının eksiklik ve yanlışlıklarını titizlikle incelediği ve dava ettiği bu planın tartışmaları sürerken bir yandan da merkezî yönetimin İstanbul’a yönelik ciddi müdahaleleri devam ediyordu. Örneğin İMP’nin hazırladığı planda yer almayan 3. köprü, karayolu tünelleri gibi kentin planlamasını doğrudan etkileyen ve çok yanlış olduğunu düşündüğümüz pek çok proje gündeme alındı ve uygulanmaya başlandı. Son olarak çok ciddi riskler taşıdığını hemen her uzmanın dile getirdiği lastikli araçların geçişine yönelik yapılacak tüp geçişin projesinin Tarihî Yarımada Koruma Kurulu tarafından onaylandığı haberi basına yansıdı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yüzlerce uzmanın katkısını alarak hazırladığını övünçle her fırsatta belirttiği plan daha başında kendi yönetimleri tarafından çok ciddi bir şekilde delinmiş oldu.
İşin tehlikeli yanı bütün bu projelerin hayata geçmesi mümkün, çünkü yeterli mali kaynağın sağlanabileceği gözüküyor. Yıllardır kent için, kentin yaşam kalitesini artırmak için üretilmiş projeler üzerinde konuşarak paranın olmamasından yakınanların içine düştüğü ironik bir durum. Niteliksiz ütopyaların güçle buluşmasının tehlikelerini yaşıyoruz. Yerel yönetimler, getirilen düzenlemelerle artık önemli mali kaynak kullanabilecek durumdadırlar. Bu şüphesiz ki olumlu bir gelişmedir, ancak kurumların kentle ilgili yatırımlarda izleyecekleri yöntemleri ve kendi yapılanmalarını oluşturamamış olmaları ise önemli bir handikaptır. Belediyelerin mimarlık ve kent planlaması alanındaki eksikliklerini gidermek, kentlerin planlı gelişimini sağlayacak adımlar atmak yerine gösterişli projeler yapmaya yeltenmeleri, bu konuda neredeyse ısrarlı olmaları şaşırtıcıdır.
Odamızın düzenlediği bir etkinlikte, kendisine niye gösterişli bir yapı yapma konusunda böylesine ısrar ettikleri sorulduğunda belediye başkanı; “her yönetim hükümran olduğu bölgede bir eser bırakmayı, tarih boyunca eseriyle anılmayı ister” diye cevaplamıştı. Bu yaklaşım belki yönetim kadrolarını motive etmeyi sağlayan önemli bir etken olarak görülebilir, ama yönetimin ne şekilde anılmak isteyeceğine sadece kendi kültürel birikimiyle karar verebilmesi, üstelik bunu kentliler ve meslek örgütleri gibi diğer mekanizmalar tarafından sorgulanmasına dahi izin vermeden gerçekleştirebilmesi kabul edilebilir mi? Kentlerimiz her gelen yönetimin istediğini yapabileceği boş bir arsa mıdır?
Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu toplantılarına Mimarlar Odası’nın yanı sıra kamu yönetimi adına Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yetkililerinin de katıldıklarını biliyoruz. Bu toplantılarda mimarlık ve kentleşme adına yapılanların nasıl bir karar süreçlerinden geçerek uygulandığını, kamu yönetiminin meslek örgütleriyle oluşturdukları platformların nasıl çalıştıklarını öğreniyoruz. Bakanlığın bu çalışmanın yanı sıra Sürdürülebilir Avrupa Kentleri İçin Leipzig Şartı çalışmalarına da katıldığını ve sağlıklı kentleşmenin ilkelerini belirleyen bu belgeyi 24 Mayıs 2007 tarihinde Avrupa ülkelerinin kentsel gelişim ve bölgesel uyumdan sorumlu bakanlarıyla birlikte imzaladığını da biliyoruz. Leipzig Şartı, mimari kalitenin sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasındaki rolünü vurgulaması ve hükümetleri bu rolü dikkate almaya çağırması bakımından önem kazanıyor. Bu gelişmeler ve sürdürülen diyalog ortamı elbette olumludur, ancak ülkemizdeki somut durum çok farklı bir seyir gösteriyor. Kamu yönetiminin imzalanan bu belgelere, gösterilen iyi niyet yaklaşımlarına rağmen mimariye, kente yapılan müdahalelere yönelik tavrında kayda değer olumlu bir gelişme gözlemleyemediğimizi de belirtmemiz gerekiyor.
Son olarak mimarlık bilgisinin, tasarımın hafife alınmasının sonuçlarını gösteren küçük ama önemli bir örnek vermek istiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İstiklal Caddesi gibi İstanbul’un vitrini sayılabilecek bir alanda yapılan düzenlemelerde çaresiz kalması, yapılanları kendilerinin de beğenmediklerini itiraf etmeleri pek çok şeyi gösteriyor aslında. Bunca uğraşmalara rağmen bir türlü becerilemeyen, hâlâ daha yerinden oynayan, altındaki suyu üstüne basıldığında fışkırtan taşlarla karşılaşıyoruz. İstiklal Caddesi’nin zemin kaplamasını doğru dürüst yapamayan bir yönetimin “çılgın projeler” peşinde koşması ne acı ve kentimiz için ne talihsizliktir.
Dönemin Başbakanının İstanbul için Çılgın Proje açıklayacağını söylemesi üzerine Mimarlık dergisinin 356. sayısında (Kasım-Aralık 2010) yer alan yazı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder