Bu konuda umutlu
olmamıza yol açacak gelişmeleri öncelikle belirtmemiz gerekiyor. Günümüzde koruma
kültürünün kapsamının, anıt yapılardan kent dokularına, tarihî kent
merkezlerine kadar genişlediğini büyük bir memnuniyetle görüyoruz. Değişik
nedenlerle bazı değerlerini yitirmiş bu bölgelerin kentler için bir sorun
yumağı gibi görülmemesi, bir zenginlik olarak algılanması ve hak ettiği özende
çözüm üretilmesi, kaynak ayrılarak sağlıklaştırılmaları ve çağdaş kullanımlarla
kent yaşamına katılmaları gündeme gelmiştir. Kültürel miras kapsamında
değerlendirilmesini istediğimiz yapıların ve tarihî çevrelerin, gelecek
kuşaklara sağlıklaştırılarak devredilmesi gereken, bize emanet edilmiş birer
kültür varlıkları olduğunu görmemiz ve o duyguyla bunlara yaklaşmamız gerektiğini
vurgulamak isterim.
Pek çok
yerel yönetim bu alanda hızlı hareket etmek, sorunların üzerinden atlamak için
aceleci davranmakta, dolayısıyla hata yapmakta, hatalı restorasyonlara göz
yumulmaktadır. Bir başka önemli sorun da kültürel mirasımıza sahiplenme
kapsamında ortaya çıkmaktadır. Kentlerimizin kültürel mirası değişik
katmanlardan oluşmaktadır, bazı yerel yöneticilerimiz ideolojik yaklaşımlarla
seçmeci davrandığını görüyoruz. Bazı kültürlerin izlerinin yok olmasına göz
yumulmakta, özen gösterilmemekte, diğerleri ise yüceltilmeye çalışılmaktadır.
Oysa bu topraklardaki her türlü kültür birikimi bizimdir, tüm insanlığındır.
Kültürel mirasa
sahiplenme ne yazık ki, toplum katmanlarında bir yaşam biçimi haline
gelememiştir. Koruma bir kalkınma faktörü olarak değil, aksine yatırımları
engelleyen, kentlerimizin mekânsal gelişimine olanak sağlamayan bir olgu olarak
görülmektedir. Şüphesiz ki bu anlayışın arkasında hızlı kentleşme, kent
merkezlerindeki rantın giderek artması, kültürel varlıkların günümüz yaşamına
uyarlanarak kullanılabileceği ilkesinin benimsenmemesi gibi hususlar
bulunmaktadır.
Kentsel sit alanlarının
müzecilik anlayışıyla korunması, her yapının müzeye dönüştürülmesi mümkün
değildir. Böyle bir dokunun korunması, ancak içindeki hayatın sürmesiyle mümkün
olabilir. Yönetimlerin sosyal içerikli proje desteği vermeleri, katılımı
özendirmelerini böylesi alanların sağlıklaştırılarak yaşatılması için
vazgeçilmez olarak görüyoruz. Farklı kullanım amaçlarıyla yapıların yeniden
gündeme gelmesi önümüze bambaşka ufuklar açmakta, yeni seçenekler, yeni
olanaklar sunmaktadır. Yeni işlev kazandırılarak toplum hayatına katılması
sağlanan yapılardaki restorasyonların, yeni fonksiyonların gereklerini ve
çağdaş konforu sağlamasıyla, ayrıca da yapının orijinal halinin okunabilmesini
olanaklı kılmasıyla başarıya ulaşabileceğini düşünüyorum. Meslektaşlarımıza bu
konuda da önemli görevler düştüğüne inanıyorum.
Bu konuda aşılması
gereken çok yol olduğunu görüyoruz. Bunca çabaya rağmen tarihî mimari mirasın
bir zenginlik olarak içselleştirilmesini sağlayamamışsak; tarihî yapı stokunun
korunması alanında çok mesafe alınmasına rağmen, hâlâ daha bu yapıların
içerisine çağdaş konforun nasıl konabileceğinin kolay bir yolunu
gösterememişsek; üstelik bu yapıların yanına onlarla barışık, dokuya uyumlu
olabilecek çağdaş yapılar yapılması konusunda da gerekli özeni gösterememiş ve
eskinin yıkılmasını neredeyse teşvik eden bir yaklaşım sergilemişsek işimiz çok
daha zor olacaktır. Elbette uğraşacağız…
Güney Mimarlık
dergisinin 3. sayısında (Nisan 2011) yer almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder