Bu panelin başlığı “Sürdürülebilir
kentsel kimlikte yerel yönetimlerin rolü,” ama burada değineceğimiz konuların sadece
yerel yönetimlere bırakılmayacak ağırlıkta olduğunu siz de kabul edersiniz.
Sadece yerel yönetimlerin, ya da kamu yönetiminin değil, hep beraber ele
almamız gereken, mimarlar olarak bizlere de çok büyük sorumluluklar düşen
konular.
Bu kapsamda değinilmesi gereken
başlıklar olarak tarihsel süreç içerisinde kenti kavramayı, “kentin belleği”
konusu üzerinde biraz daha durmayı ve çok değinilmediğini düşündüğüm “kentsel
yaşam kalitesi” konusuna değinmeyi düşünüyorum.
Tarihsel
Süreç İçerisinde Kenti Kavramak
![]() |
Kaynak: Orlanda Carlo Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla – 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler, Ed. Osman Köker, Birzamanlar Yayıncılık. |
Yaklaşık 100 yıl önce kent manzarasını
gösteren fotoğraftaki haliyle kentin bugünkü durumu, değişimi çarpıcı bir
şekilde gösteriyor. Bu elbette yadırganacak bir durum değil, kentler zamanla
değişiyor, bu değişim kaçınılmaz. Sadece metropoller değişmiyor, metropollerdeki
değişimi çok yönlü ele alıyoruz; İstanbul’u, Ankara’yı, bütün büyük kentlerdeki
değişimi ele alıyoruz, değerlendiriyoruz. Elbette, Diyarbakır’ı da ele
alıyoruz, iki gündür yapılan sunuşlarda bunlar dile getirildi. Ben sadece
burada şu farkı belirtmek istedim: Büyük kentlerdeki değişimin algılanmasıyla
daha küçük kentlerdeki değişimin ve o kentlilerin değişime karşı gösterdiği
refleksin farkını önemsememiz lazım.
Bu kadar yoğun değişimin olduğu
ortamlarda biz kendi çocukluğumuzun geçtiği mekânları çocuğumuza gösterememenin
sıkıntısını yaşıyoruz. Torunlarımıza herhalde hiç gösteremeyeceğiz. Burada
değişime karşı olan bir söylemi doğru bulmadığımızı belirtmeliyim. “Değişmemek
ya da değişmeye direnmek değişmemek değil, bir başka türlü değişmektir” denir. Değişmeye
karşı direnmekten bahsetmiyoruz. Zamanla her şey değişiyor, yaşama kültürümüz
de değişiyor, kültürümüzün mekânsal karşılıkları değişiyor, evin iç düzeni
değişiyor, evin kullanma biçimleri değişiyor ve geleneksel üretim yapımız
değiştiği için evin içindeki üretim yapısı da değişiyor. Evi kullanım
biçimlerimiz değişiyor, eşyalarımız değişiyor; yüklükten dolaplara geçtik, yer
yatağımız karyolaya, sedir kanepeye dönüştü, koltuğa geçtik. Mutfaklar
özellikle çok değişti, ev içi üretim değiştiği için. Kadın üretime, evi
dışındaki üretime daha fazla katıldığı için mutfak yapıları değişti ve mutfaklarımıza
pek çok alet girdi, yemek hazırlama yöntemlerimiz değişti, evin içerisindeki
fonksiyonlar değişti ve tüketme kültürümüz değişti ve tabii televizyon başköşeye
geldi.
Bütün bu değişimleri izlemek, bunların
bugünkü kuşaklar için, çocuklarımız için sanki hep böyleymiş gibi olması, böyle
algılanması tabii ki tuhaf. Bunlar bizim kısa ömrümüzde, birkaç on yıla sığan
bir değişim. Bütün bunlara bağlı olarak özlemlerimiz, konfor arayışımız değişti
ve benzer şekilde de kentten ve kent yönetiminden beklentilerimiz de değişti.
Değişimi reddetmek, geçmiş nostaljisi
yapmak en sık düştüğümüz tuzak. Geçmişte var olduğuna inandığımız bir altın
döneme ağıt yakmak, bir nostalji yapmak amacında değiliz, ama değişimi anlamak,
yorumlamak ve geleceğimizi kurgulamak istiyoruz.
Değişimin bedeli bu kadar ağır
olmayabilirdi, her şey değişebilirdi, bütün bu söylediğimiz şeyler doğal olarak
değişebilirdi, ama kaybettiğimiz mekânsal hafızanın bedeli bu kadar ağır
olmayabilirdi. Biz bu geleneksel çevrelerimize, yapılarımıza, konut
dokularımıza çağdaş konforu koyabilirdik, bunu becerebilirdik, bunun nasıl yapılacağını
yaygın bir şekilde gösterebilirdik ya da bu geleneksel konutların yanı başında,
onlara komşuluk edecek çağdaş konutları daha iyi yapabilirdik.
Burada da dile getirdiğim gibi,
konuşmamın içerisinde zaman zaman kendimize de iğne batırma fırsatını bulmuş
olacağız. Çünkü biz mimarlar ve Mimarlar Odası çuvaldızı başkalarına çok sık
batırıyoruz, meslektaşlarımıza da zaman zaman iğneyi batırmamız gerekiyor.
Evet, kentlerimizi geleceğe hazırlamak
istiyoruz. 1975 Avrupa Mimari Miras Yılı’nda yayınlanan Amsterdam Bildirisi’nin
bu özlü sözünü çok sık hatırlamamız gerekiyor; “gelecek, geçmişin yok edilmesi
pahasına yaratılamaz.” Yerel yönetimler kentlerini gelişen üretim ve günlük
yaşam koşullarına göre biçimlendirmeye, altyapıyı günün ihtiyaçlarına göre
düzenlemeye uğraşırlarken artık başka bir gündemleri de olduğunun farkına
varmaya başlamışlardır.
Burada Diyarbakır Belediyesi’nin,
üniversitelerden meslektaşlarımızın yaptığı sunuşları izledim. Burada dile
getirdiklerim Diyarbakır’da yapılmadığı anlamına gelmiyor, lütfen öyle
algılamayın. Ben konuşmamı Diyarbakır’daki sunuşları görmeden hazırladım. Onu
özellikle belirtmek istiyorum.
Kenti geleceğe hazırlarken kentin
geçmiş birikimini bir yük olarak değil, bir zenginlik olarak görmek ve
göstermek gerektiğinin farkına varmışlardır. Ülkemizdeki ve dünyadaki
örneklerin özendirici etkisi olmuştur. Evet, küreselleşmenin bir avantajı da bu
olmuştur, artık dünya küçülmüştür. Yerel yöneticilerimiz, meslektaşlarımız,
teknik insanlar dünyanın öbür ucundaki yerleri daha rahat görebilir,
algılayabilir olmuşlardır. Bunun da projelerin üretilmesinde çok önemli yararı
olduğunu düşünüyorum. Tarihî Kentler Birliği’nin de özendirici etkisi olmuştur.
Tabii ki pek çok sorunlar vardır, ama bir yandan da aynı yasal çerçeve içerisinde
aynı mevzuatla aynı tüketici potansiyeline yönelik olarak ne gibi projeler
üretilebileceğini belediyeler görmüşler ve değerlendirmişlerdir.
Kentin
Yaşam Kalitesi
Burada çok sık geçer oldu, günlük
basında da geçiyor, kentlerimizin yaşam kalitesi. Bazı basın organları, yerli
veya yabancı basın organları kentleri birbirleriyle yarıştırır şekilde kentsel
yaşam kalitesi sıralamasına tabi tutuyorlar. Kentlerin yaşam kalitesi şöyle
tarif ediliyor: Kentleri yaşanılır kılan, yaşam kalitesini yükselten,
yaşayanları mutlu eden kriterler vardır. Bunlar, kentin korunan ve yaşatılan
tarihî mimarisi, çağı yansıtan yapıları, insanca ve etkin ulaşım sistemi,
yürüme ve bisiklet yolu ağları, yeşil alanlar, buluşma yerleri, meydanlar gibi
öğelerdir. Bu kriterlere bağlı olarak biz kentlerimizi sıraladığımız zaman
maalesef uluslararası alanda ön sıralara çıkamıyoruz. Türkiye ortalamasında da
farklı parametrelerle değerlendirmeler yapılıyor ve orada da kentlerimiz
kendilerine ait birtakım göstergeler elde ediyorlar. Bunları da incelemek, bu
verilere göre birtakım önlemler almak gerekir diye düşünüyorum.
Kentin yaşam kalitesiyle kentin
belleğini korumanın paralel yürüdüğünü düşünüyorum. Kentin belleği, kent yaşam
kalitesi ya da sürdürülebilirlik konusunda arzu ettiğimiz, düşündüğümüz,
bunları dile getirdiğimiz zaman zihnimizde canlanan kavramlar nelerdir diye
baktığımızda kentin belleğini korumak ve bunu geleceğe taşımak olduğunu
görüyoruz. Burada yerin kimliği kavramı önem kazanıyor. Bu kavram, bir kişinin
bir yeri diğer yerlerden ayırabilmesini, tanıyabilmesini sağlayan nitelikler
bütünü olarak tanımlanmaktadır. İnsan ve mekân arasında bağ kurmak, kentsel
yaşam kalitesinin yükseltilmesinin önemli bir öğesi. Bu mekânlar insanların
ilişki kurabilecekleri, bağlanabilecekleri, aidiyet hissedebilecekleri,
kendileriyle özdeşleştirebilecekleri, hatırlayacakları, özleyecekleri yerlerdir.
Bunu tabii ki hemen şöyle canlandırabiliriz kafamızda: İstanbul yıllardan beri
göç alan bir kent ve göçle gelenlerin çocuklarına bile sorduğunuz zaman “Nerelisiniz”
diye, ya “Kastamonuluyum” veya “Sivaslıyım” diyor ya da başka bir yer diyor.
Niye İstanbulluyum demiyor da babasının, dedesinin geldiği yöreleri kendisine
daha yakın hissediyor, o yerleri daha sahiplenme duygusu içerisinde oluyor?
İşte, bu bizim çözmemiz gereken bir sorun.
Kentlilik
Bilincinin Geliştirilmesi
Yabancılaşma konusu, kentte
yabancılaşmanın önlenmesi en öncelikli sorunlarımızdan biri. Burada kentlilik
bilinci gündeme geliyor. Kentlilik bilincini nasıl oluşturabiliriz, bunu
gündeme almamız gerekiyor. Kentlilerin yaşadıkları kentin farkına varmalarını,
tanımalarını sağlamak çok yönlü bir programın oluşturulmasını gerekli kılıyor.
Bu programın önemli bir parçası olarak da kent ve çevre konularını işlemek
gündemde olmalı. Katılımcılık kültürünün geliştirilmesi gerekiyor. Biraz önce
Genel Sekreter de bahsetti, belediyeler, yerel yönetimler özellikle
katılımcılık konusunda önemli atılımlar yapıyorlar. Bazı kamu kuruluşlarında da
katılımcılık konusu en azından söz olarak da olsa geçmek zorunda kalıyor, çünkü
bazı kanunlarda, yönetmeliklerde katılım konusu önemseniyor. Ama bu
katılımcılık bir kültür sorunu gerçekten de ve çok önemli. Kentlilerin kentle
ilgili konulara duyarlı olabilmeleri katılımın sağlanacağı araçların
oluşturulmasıyla mümkün olabilir. Tanıma, öğrenme, benimseme, sahiplenme ve
koruma birbirini tamamlayan bir süreç olarak gelişebiliyor.
Burada bir olayı paylaşmak istiyorum:
Geçtiğimiz dönem Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın adı henüz değişmemişken,
Kentleşme Şurası yapılmıştı ve Kentleşme Şurası’nda ben kentlilik bilincinin
oluşturulmasıyla ilgili bir çalışma grubunda görev yaptım. Orada Bursa
Belediyesi’nin yaptığı bir çalışmadan bahsettiler hemşeri dernekleriyle ilgili
olarak. Bursa çok göç alan bir kent ve gerek Balkan ülkelerinden gelen Balkan
göçmenleri, gerekse de Türkiye içerisinden sanayi için gelen göçmenler kenti
kullanıyorlar, kentin meydanlarını, sokaklarını kullanıyorlar, orada iş sahibi
oluyorlar, orada yaşıyorlar, fakat kenti tanımıyorlar, kenti kullanıyorlar, ama
kenti sevmiyorlar. Kendilerine sorulunca “Gümüşhaneliyim” ya da “Sivaslıyım”
diyorlar. Üniversiteyle beraber “bunu nasıl giderebiliriz” diye hemşeri
dernekleri üzerinde uzun süren bir çalışma yapılmış, kenti tanımaları için. “Kenti
tanıyor musunuz, ne kadar tanıyorsunuz” gibi çocuklardan başlayarak hepsiyle kapsamlı
bir çalışma yapmışlar ve bu çalışmanın sonucunda basit, ama önemli bir adım
atılmış. Gümüşhaneliler Derneği gibi dernekler adlarını “Bursa’daki
Gümüşhaneliler Derneği” diye değiştirmiş. Bu, tanımanın, benimsemenin bir
adımı.
Kentli
Hakları
Tüketici haklarının korunması da
gündemde olmalı; uzunca bir süredir tüketici haklarıyla ilgili dernekler
çalışıyor, bunlar gündemimize geliyor, basına yansıyor. Kentlilerin kentleriyle
ilgili taleplerinin dile getirileceği ortamların yaratılması; eksik hizmetle
yetinilmemesi, kent hizmetlerinin iyileştirilmesinde ve kentlilerde iyiye
özlemin aranması duygusunun gelişmesinde tüketici haklarının işlenmesi yararlı
olacaktır. Katılımın bir parçası olarak kentle ilgili kararların alınmasında ya
da eksik ayıplı hizmetin tüketici hakları konusunda gündeme gelmesinde bu
konunun daha fazla işlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Burada çok önemli bir konuyu bir
satırla geçeceğiz, fakat kentli hakları bildirgeleri ya da uluslararası
belgelerdeki kentli hakları konusunun apayrı bir önemi olduğunu ve işlenmesi
gerektiğini düşünüyoruz, bunu vurgulamak istedim. Bu tür belgeler pek çok
deneyden süzülerek geçmiş metinlerdir ve bize öncü olması, yol göstermesi ve
içselleştirmemiz gereken belgelerdir. Bu konu daha önceki sempozyumlarda ele
alınmıştı, burada sadece eksikliğini vurgulamak istedim.
Göç ve
Kent Yoksulları
Bir kente sahiplenme konusunda ya da
kentle ilgili alınan kararlarımızın bir ölçüde geçersiz kılınmasına neden
olacak şekilde yoğun göçler yaşanıyor. Bu göçlerin nasıl etkisini azaltabiliriz
ya da bu göçle gelenleri nasıl kentli hale getirebiliriz konusu hep
gündemimizde. Burada tabii ki öncelikle İstanbul gündeme geliyor, yıllar içinde
baktığınızda Diyarbakır’da da benzer bir şekilde giderek geometrik bir çizgide
artan bir göç olgusu var. Eski gelenlerin kentli olma süreci belki farklı bir şekilde
yaşandı. Orada kentlilerle, daha önce kentli olanlarla yeni gelenler arasındaki
kaynaşma süreci belki daha yumuşak bir şekilde yaşandı, ama artık bu çok daha
radikal bir şekilde yaşanıyor. Çok fazla göçmen aynı anda geliyor ve artık
ciddi bir çatışma konusu oluyor.
Bir başka açıdan bakıldığında da bir
insanın kendi ülkesinde göçmen olması, istenmemesi, sevilmemesi son derece
trajik. Düşünebiliyor musunuz, büyük kentlerimizde bir yandan göçmenlerin
oluşturduğu gettolar, mahalleler oluşuyor, bir yandan da o göçmenlerin
etkisinden kurtulmak için korunaklı siteler yapılıyor; kapısında o göçmen gettolarında
yaşayan görevlilerin nöbet tuttuğu, kimsenin içine giremediği birtakım
mahalleler oluşuyor. Şimdi yeni bir eğilim daha belirdi; bu kapalı sitelerde
oturanların alışveriş ettiği mekânların ve mahallelerin ayrı bir şekilde steril
hale getirilmesi, oraların özel güvenlik elemanlarınca korunması ve göçle
gelen, “zararlı unsurların” orayı kirletmemesi, rahatsız etmelerinin önlenmesi
gibi birtakım tedbirler alınıyor. Bu, elbette ki bizim üzerinde durmamız
gereken ciddi bir sorun.
Bu konuda öncelikle ekonomik ve sosyal
tedbirler alınması gerekiyor, ama bunun yanında mekânsal düzenlemelerin de
olması gerekiyor. İşte, burada kentlilerin; yani daha önce kente gelmiş, kentte
yaşamış, kentte ev bark sahibi olmuş insanlarla yeni gelenlerin birbirleriyle kaynaşma
mekânlarının oluşması, kentlerde bunların oluşturulması çok önemli ve bu konuda
görev büyük ölçüde yerel yönetimlere ve yerel yönetimlere yol gösterecek, fikir
üretecek biz teknik insanlara düşüyor.
Diyarbakır’daki göç dalgası çok
radikal bir artış gösterdi, bu çok başka yönleri ve etkileriyle ele alınması
gereken bir süreç. Zaman zaman burada yapılan toplantılarda bunun gündeme
alındığını, değerlendirildiğini biliyorum. Burada tabii bir başka sorun daha
var; bu bölgede İstanbul ya da Bursa’daki göçmenlerden farklı olarak kendi
kırsalından gelen bir göç daha yoğun bir şekilde yer ediyor. Burada kendi
bölgesinde geleneksel üretim yapısı içerisinde kendine yeten bir şekilde
yaşayan insanların kente gelip bir türlü yaşama sorunlarını halledememesi gibi
bir sıkıntıyla karşı karşıya kalıyoruz, çünkü kent bunları özümseyecek bir
ekonomik yapıya sahip değil, bu kadar büyük bir göçü karşılayacak yapıya sahip
değil. Öte yandan bir başka olgu da, kimse sokakta yatmıyor. Aile içi dayanışma
öne çıkıyor, belki evlerin içerisinde başka sorunlar yaşanıyor, ama kimse de
sokakta kalmıyor New York’taki gibi.
Peki, mimari buna bir çözüm olabilir
mi? Burada bir parantez açıyorum yine biz meslektaşlara yönelik olarak. Tabii
ki mimari bunca yoksulluğa ve göçten kaynaklanan yoğun barınma ve devasa kent
sorunlarına tek başına çare bulamaz. Bulamaz ama, bu olgu böyle bir sorunu
dışlamamıza, yok saymamıza da neden olmamalıdır diye düşünüyorum. Meslek etiği
diye bir sorunumuz var. Yoksullar için çalışmak, yoksulluk üzerine fikir üretmek
ödüllendirilmediği gibi böyle yapmayanların ayıplanmadığı da bir ortamdayız. Bu
bizim için ciddi bir meslek etiği sorunu. Mimarlık, sadece mimarlık bedelinin
ödenebildiği ortamlarda mı hizmet üretmelidir? Bu ülkenin mimarları olarak
yoksullukla, göçle gelen yoğun barınma sorunlarıyla ilgili projelerin
üretilmesinde, gerçekleştirilmesinde aktif bir rol oynayabileceğimizi
düşünüyorum.
Toplum
ve Mimarlık
Sürdürülebilir kentsel kimlik ve
kentlerin yaşam kalitesinin arttırılmasına yönelik olarak mimari açıdan yerel
yönetimlere ne gibi çalışmalar önerebiliriz diye baktığımızda da toplum ve
mimarlık çalışmalarını, daha önceki platformlarda çok detaylı şekilde açtığımız
çalışmaları tekrar gündeme getirmek gerekiyor. Toplumla birlikte kentleşme ve
mimarlık sorunlarının tartışılması önemli. Bunlar herkesin kentli olarak, kenti
kullanan insanlar olarak, kentin mekânlarını kullanan, orada yaşayan insanlar
olarak mimariyle ve kentle, kentlileşmeyle ilgilenmeleri gerektiğinden
hareketle üretilmiş programlardır. Birtakım yayınların yapılması, mimarlığın
toplum hayatındaki yerinin önemsenmesi ve bunun hatırlatılması gibi çalışmaları
kapsamaktadır.
Bunların önemli bir parçası da
çocuklara yönelik çalışmalardır. Her yaştan çocuğa yönelik mimarlık ve tasarım
kültürünün verilmesine yönelik çalışmaları önemsiyoruz. Bunlar herkesin mimar
veya planlamacı olmayacağı, ancak doğal olarak bir kentte yaşayacağından
hareketle kentine ve çevreye karşı duyarlılığın oluşturulmasına yönelik
çalışmaları kapsamaktadır. Burada yerel yönetimlere, kamu yönetimine, mimarlara
çok iş düşüyor.
“Çocuk dostu kentler” ve “yürünülebilir
kentler” kentleşme terminolojisine girmiş iki yeni kavram. Çocukların okullarına
yalnız başına ve yürüyerek gidebilmelerinin sağlanması bir hedef olmalıdır diye
düşünüyoruz. Kenti yayalar için çekici kılmayı ön plana alan, araç kullanmayı
ise zorlaştıran bir planlama yaklaşımı çok önemli buluyoruz.
Burada iki gündür yaptığım gözlemlerde
Diyarbakır’da ciddi bir ulaşım sorunu olduğunu da özellikle Genel Sekreter’in
huzurunda belirtmek isterim. Toplu taşıma konusunda bir çaba varsa Genel
Sekreter’in de birazdan açmasını dilerim. Gerçekten de yoğun bir trafik ve
kavşak keşmekeşi olduğunu gözledik hep beraber.
Kentlerimiz çocuklar için giderek daha
sorunlu hale geliyor. Çocukların dış mekânlardan yararlanma olanakları
azalıyor, pek çok kentte durum böyle. Çocuklar giderek kapalı alanlara, evlerin
içine doğru çekiliyor ve bunların çocukların sosyalleşmesi yönünde olumsuz bir
etki bıraktığını da görmek zorundayız. Bir hocamızın çok güzel bir tespiti
vardı; “Geleneksel çocuk oyunları en az iki üç kişiyle oynanıyordu, ama şimdi
çocuklar tek başına oynuyor bilgisayarda.”
Erişilebilirlik
Evet, dün de gündeme geldi,
erişilebilirlik konusunu tartıştık; kentlerimizin yaşanılır kılınmasının en
önemli göstergelerinden biri. Yüzde 10 diye ben de burada not aldım, dün yüzde
12 olduğunu söylediler. Olabilir, ama oran kaç olursa olsun, ister özürlü,
ister yaşlı, pek çok vatandaşımızın kentlerde rahat dolaşamadıklarını, evlere
giremediklerini ya da kamusal mekânları kullanamadıklarını görüyoruz. Bazı
parkların, bazı yolların özürlülere yönelik düzenlenmesi değil sorun. Burada
tüm kentin, tüm kamusal mekânların, özel mekânların herkese yönelik
erişilebilir olması çok önemli. Çünkü sorun sadece ortopedik özürlülere yönelik
bir mekânsal düzenleme değil, tüm kentlilere yöneliktir. Onlar adına yapılan
düzenlemeler, iyileştirmeler aslında hepimizin hayatını kolaylaştıran mekânsal
düzenlemelerdir ve oluşturulan engellerin çoğu da biz meslektaşlarımızın
yeterli duyarlılık göstermemesinden ve kamu yöneticilerinin yeterli duyarlık
göstermemesinden kaynaklanan engellerdir. Göstereceğimiz özen, pek çok insanın
mimarlık nedeniyle daha da zorluk çekmesinin önüne geçebilecektir. “Erişilebilir
olan bir mekânda kimse engelli değildir, erişilebilirliğin sağlanmadığı
ortamlarda ise herkes engellidir.”
Sürdürülebilir
Kentsel Kimlik
Meydanlar konusu; tarih boyunca
kentlerin toplumsal yaşamında önemli bir rol oynayan meydanlar günümüzde sadece
araç trafiğini kolaylaştıran boş alanlar olarak görülmekte ve ne yazık ki
kentin toplumsal yaşamının merkezi olamamaktadır. Dün de burada gördük, daha
önceki dönemlerde tören yapılan, herkesin buluştuğu meydanların bugün bir
otopark gibi kullanıldığını gösterdiler. Kentin ortak alanlarının
geliştirilmesi önemli; kentlerin sadece konut alanları olarak büyümesi çok
sıkıntı yaratıyor.
Kent mimarlık rehberlerinin yapılması;
kentlilerin yaşadıkları kentle ilişki kurmalarına yardımcı olabileceği gibi
nasıl bir kentte yaşadıklarını öğrenmelerine, farkındalığın artmasına katkıda
bulunacaktır. Kent mimarlık rehberleri pek çok kentimizde yapıldı; İstanbul’da
var, İzmir’de var, Ankara’da var, pek çok kentimizde var. Diyarbakır’da bir
harita verildi bize, Turizm Müdürlüğü’nün hazırladığı, ama mimarlık
rehberlerinin hazırlanması çok önemli. Kentle ilgili, kenti tanıma, anlama,
öğrenme kapsamındaki kentlilik bilincinin gelişmesindeki önemi vurgulamıştık.
İşte, bunun önemli araçlarından bir tanesi kent mimarlık rehberleridir. Kentin,
kentlinin, kente gelenin kentle ilgili bilgilenme araçlarıdır bunlar.
Benzer örnekleri başka yerlerde de
verdim. Burada çok rahat bir şekilde bunu önerebilirim. Diyarbakır’da geçen,
Diyarbakır’ı anlatan pek çok roman var, o romanlarda geçen mekânların
gösterildiği yerlerin anlatıldığı haritaların, farklı alternatif gezi
haritalarının yapılması mümkün. Bu, kentle insanların daha yakın bağ
kurmalarına yol açacaktır diye düşünüyorum.
Kent bilgilendirme noktaları
plaketleri; bunlar da çok önemli. Kentlerin sürekli değişen ortamında kent
hafızasının yitirilmesi tehlikesine karşı kent bilgilendirme noktalarının
oluşturulmasının yararlı olacağını düşünebiliriz. Bugün anıt eserlerde bile son
derece kötü bilgilendirme panoları görüyoruz; kimisini Kültür Bakanlığı,
kimisini Vakıflar, kimisini yerel yönetimler yapıyor, ama daha ayrıntılı ve
sadece turistler için değil, kentliler için hazırlanmış bilgilendirme noktalarının
hazırlanması çok önemli.
Sokak isimleri üzerine de bir şeyler
söylemek isterim. Bir kentin belleğini geleceğe taşımak açısından bunu çok
önemli buluyorum. Ne yazık ki sürekli olarak değiştiriliyor, her kentimiz
değiştiriyor, her yerel yönetim değiştiriyor. Cumhuriyet tarihi boyunca 30.000
ismin değiştirildiğini söylediler. Sokak, mahalle, köy, kent, vilayet, 30.000 isim
ve hâlâ değiştiriliyor, her yönetim değiştiriyor. Keşke yeni sokaklara yeni
isimler konsa ve bu sokakların isimlerinin ne olduğu ve nereden geldiği de
sokak tabelalarının altında açıklansa da görsek, öğrensek.
Tarihte seçmecilik yapılmasının
sakıncaları üzerinde durmak istiyorum. Kent ve kent tarihiyle ilgili
anlatımlarda, ele alınan projelerde tarihe seçmeci bir anlayışla
yaklaşılmasının ortak kültürel birikime zarar verdiğini, bunun neticesinde bir
kısım kültürel birikimin ötekileştirilmesine, dışlanmasına yol açtığını
görüyoruz. Bu giderek daha sık karşılaştığımız bir tehlike. Belli ideolojik
yaklaşımlarla, belli referanslarla tarihteki belli bir kesimi kendimize daha
yakın hissedip o tür eserlerin korunmasını, kollanmasını ve geleceğe
taşınmasını önemsiyoruz. Diğer eserleri yıkmasak bile yok olmasına göz
yumuyoruz, onlara özen göstermiyoruz. Bu tabii ki bizim kültür tarihimizi
zayıflatan bir olgu. Bunu rahatlıkla burada söyleyebiliyoruz teknik insanlar
olarak, ama yerel yönetimlerin ciddi öncelikleri olabiliyor. Osmanlılaştırma
gibi bir yaklaşım içerisine giriyorlar, Selçuklu eserleri yapma gibi bir
yaklaşım içerisine giriyorlar. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğunu belirtmek
isterim.
Sempozyumda Cumhuriyet dönemi mimari
mirasının korunması konusunda katkılar izledik, Diyarbakır’da da Cumhuriyet
döneminde yapılmış seçkin mimari yapıların geleceğe aktarılması, onlarla ilgili
bilgilerin daha pekiştirilmesi çok önemli.
Endüstri arkeolojisinin
değerlendirilmesi konusuna çok değinilmedi, Diyarbakır’la ilgili sunuşlarda dün
izledik ve bugün de Genel Sekreter sundu, Sümerbank fabrikasının bir kültür
mekânı olarak değerlendirildiğini öğrendik, çok sevindik. Bu kullanılmayan endüstri
yapılarının ki bir kısmı kent içinde de kalıyor, onların kentliler için kullanılması
çok önemli. Tabii, kültür mekânı olarak yeniden işlevlendirilmesi, yapıların zarf
olarak da kullanılması önemli, ama onun yanı sıra kentteki özellikle öğretim
hayatındaki çocuklarımıza bir üretimi anlatabilmek, üretim sürecini buralarda
canlandırabilmek kentle bağını kurmaları bakımından gençlerimiz için çok
önemlidir diye düşünüyorum.
Somut olmayan kültürel miras konusuna
dün değinildi, burada da bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Bunlar bayramlarımız,
düğünlerimiz, ortak acı ve sevinçlerimizi paylaşma ritüellerimizdir. UNESCO bu
konuya çok önem veriyor ve özendiriyor; özellikle küçük kentlere yönelik
yapılacak böylesi derlemelerin ortak kent bilincinin oluşmasında önemli bir
etken olacağı vurgulanmaktadır. Bizim de bu tür çalışmalarda, sürdürülebilir
kentsel kimlik konusundaki çalışmalarda, Kırklar Dağı’nda olduğu gibi,
Dengbejler’de olduğu gibi somut olmayan kültürel miras çalışmalarını
önemsememiz gerekiyor. Dengbejler, ağıtlarımızın canlı taşıyıcıları üzerine
yapılan çalışmalar bu kapsamda önemli bir kazanımdır.
Diyarbakır Kent Müzesi gibi müzeler,
kent müzeleri pek çok ilimizde kuruldu. Müzeler sadece durağan şeyler değil.
Bunu tartışmıyorum, müze konusu ele alındı, apayrı tartışmalar yürütülebilir,
ama kent müzelerinin çok önemli olduğunu ve sürdürülebilir kentsel kimlik
konusunda, kentin belleğinin taşınması konusunda önemli bir araç olduğunu
vurgulamak isterim. Kentin tarihî gelişimini Kent Müzesi’nde çocuklarımıza
gösterebilmeyi önemli bir adım olarak değerlendiriyorum. “Müzeler, zamanın
mekâna dönüştüğü yerlerdir. Zamanın geçtiği duygusunu bir anlık da olsa bize
hissettirirler.” (Orhan Pamuk)
Son olarak bu kapsamda başka neler
yapılabilir diye düşündüğümüzde, kişisel arşivlerden kent tarihine katkı
derlenmesi özendirilebilir. Hepimizin evinde babalarımızın, dedelerimizin
fotoğrafları var ve bu fotoğrafların arkasında kenti görüyoruz, kent
mekânlarını görüyoruz. O fotoğrafların anlattığı hikâyeler var. Bu hikâyelerin
bir yerlerde anlatılması, derlenmesi, kayıt altına alınması gerekiyor. Bunlar çok
önemli belgeler. Yerel tarih çalışmalarının desteklenmesi çok önemli,
Diyarbakır gibi bir yerde, yakın dönemde çok büyük acıların yaşandığı bir
bölgede yerel tarih çalışmalarının unutulmaya karşı hafızanın vurgulanması çok
önemli. Bunun yanı sıra kent tarihiyle ilgili akademik araştırmaların
desteklenmesi de çok önemli. Bu konuda yerel yönetimlerin ya da yerel
yönetimlerin de içinde bulunduğu bir takım inisiyatif gruplarının ufak
katkılarla araştırmacılara yön göstermeleri, ufak maddi olanaklar sağlamaları
kent tarihi konusunda önemli katkılar sağlayacaktır diye düşünüyorum.
Bitirirken…
Geçtiğimiz günlerde “Gelecek Uzun
Sürer” filmini izledim, çok etkilendim. Bölgeyle ilgili belgesel tadında bir
filmdi. Bu filmde Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin oluşturduğu Musa Anter
Bilgi Belge Merkezi olduğunu gördüm, ama bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini
gerçekten bilmiyorum, henüz gerçekleşmediyse bile gerçekleştirilmesini
diliyorum. Hayat sanatı taklit eder derler. Hem Musa Anter’in adının
yaşatılması adına, hem kentte böyle bilgi, belge merkezinin oluşturulmasının gerekliliği
anlamında bu çok önemli. Bu acıların bir gün dineceğini, bir gün unutulacağını
ve geriye çocuklarımıza sağlıklı bir yaşam çevresini nasıl bırakacağımızı
konuşacağımız günlerin geleceğine inanıyorum.
Elbette, umutla, özlemle…
(Sunuşa
Ek) Bazı
şeyleri açıklama ihtiyacı hissettim. Birincisi; Tarihî Kentler Birliği’nin
çalışmalarını övmüştüm konuşmamda. Elbette çok başarılı bir performans
gösterdiler, ancak şunu da dile getirmek gerekiyor: Yerel yönetimlerimiz kaynak
kullanımı konusunda öncesiyle kıyaslandığında çok büyük olanaklara sahipler ve
çok hızlı bir restorasyon işine giriştiler. Bu restorasyon işlerinde ciddi
yanlışlar da yaptılar. Biz bunları sıkça dile getirdik, ama burada da dile
getirme ihtiyacını hissediyorum. Çünkü Tarihî Kentler Birliği’nin proje nasıl
üretileceği konusunda belediyelere örnek olduğunu dile getirirken yapılan hızlı
uygulamaların da hatalarını söylememiz gerekiyordu. Tarihî Kentler Birliği
çalışmalarına katılan meslektaşlarımızın, yöneticilere yönelik övgülerini çok
bol kullandıklarını, eleştiri ve uyarılarını yeterince yapmadıklarını da
gözlüyoruz.
Restorasyon yaptıran bir başka kurum
olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü 2007 yılında 2007 ihale açtığını sevinçle
söylemişti, halbuki Türkiye’de o sırada bırakın 2007 adet restorasyon projesini
yapacak mimarın, ekibin bulunmasını, bunu kamu adına denetleyecek olan
personelin bile olmadığı ortadaydı. Ciddi bir risk söz konusuydu. Nitekim bunun
sonuçlarını da gördük; teknik insanlar olarak daha dikkatli olmamız gerekir.
Her zaman çok para, çok rahat kaynak kullanımı avantaj olmayabiliyor.
İkincisi; meslektaşlarımızın yeterli
duyarlılığı göstermediği konusunda iğneyi batırırken çuvaldız konusundaki
cümleyi atlamışım, onu da burada tamamlamak isterim. Türkiye’de yapılı çevrenin
üretilmesinde tabii ki meslektaşlarımızın çok önemli rolleri var. Onlardan
teknik ve yaratıcı becerilerini kullanmaları istenir ve bunu yapmaları da
gereklidir, ama ne yazık ki bu yeterli değildir. Her zaman söylediğimiz gibi
yapı üretimi çok bileşenlidir. Bir hocamızın çok veciz dile getirdiği gibi “kentler
ortak başarımız ya da başarısızlığımızdır.” Bu çok önemli, çünkü kamu
yönetiminin, yerel yönetimlerin düzenlemeleri, uygulamaları, müteahhitler,
diğer teknik insanlar ve her şeyden önemlisi de işverenlerimizin, toplumun bizden
iyiyi, güzeli araması, ayıplı hizmeti reddetmesi çok önemli. Konuşmamda dile
getirdiğim gibi toplum ve mimarlık konusundaki çalışmaların önemi anlaşılıyor. Bir
işverenle masaya oturduğunuzda ve “şöyle bir yapı istiyorum” diye tarif etmeye
başladığı zaman aklında olan yapılar, diyelim ki yabancı ülkelerden alınmış
birtakım görsel imajlar oluyor. Dolayısıyla bugünkü oturumda da sunulduğu gibi
Diyarbakır’ın çevresinde Amerikan dergilerinden ışınlanmış yapılar isteyen bir
işverenle karşı karşıya kalabiliyorsunuz; bu durumda meslektaşlarımızın ne
kadar direnebilecekleri de ayrı bir sorun tabii ki.
Kullandığımız dil çok önemli. Bunu da
özellikle vurgulamak isterim. Toplum ve mimarlık konularında insanlara
mimarlığı, kentleşmeyi, kentli duyarlılığını aktardığımız metinlerde biz uygun
bir dili çok kullanamıyoruz. Mimarlar Odası’nda görevli olduğum zamanlarda beş
altı tane günlük gazete eki çıkardık Mimarlar Odası adına. Önemli bir
deneyimdi. Hürriyet gazetesiyle iki defa, Cumhuriyet gazetesiyle üç defa ve
ayrıca İngilizce ve Türkçe olarak bütün günlük gazetelerle beraber dağıtılan
mimarlık ekleri yaptık. Burada değerli hocalarımızın ve meslektaşlarımızın
katkılarına yer verdik, yazılar yazdık. Herkes çok beğendi ve kaldırıp bir
tarafa koydu. Ben çok farklı kişilere sordum; biz mümkün olduğu kadar
basitleştirdiğimizi düşünsek de kendi içimizde kullandığımız dilin çok fazla
teknik olduğunu, vatandaşın anlayacağı tarzda bir dil olmadığını söylediler. Bu
ciddi bir uyarıydı. Biz topluma yönelik mimarlıkla ilgili kendi
düşüncelerimizin paylaşılmasıyla ilgili metinler ürettiğimizi düşünürken galiba
kendi sofistike dilimizi kullanmaktan kurtulamıyoruz.
Konuşmalarda geçen bir konuya itirazım
var, benim piyasaya da itirazım var, piyasanın düzenleyici rolünün kutsanmasına
itirazım var. Tabii ki bu konteks içerisinde söylenmediğini de düşünüyorum, ama
piyasanın böylesine olumlanması, piyasanın her şeyi düzenleyeceği şeklindeki,
ya da onun yaptıklarının kendi doğası içerisinde algılanması gerektiği
yönündeki bir anlayışı ben şahsen reddediyorum ve buna karşı iradi bir vurgu
yapıyorum. Bunu çok önemli buluyorum. Piyasada, en azından mimarlık alanından
baktığımızda, yapılaşma alanına baktığımızda imar suçlarına karşı son derece
büyük bir hoşgörü olduğunu görüyoruz. Bakkaldan çikolata çalan bir çocuk hırsız
damgası yer ve ömür boyu o damga ondan çıkmaz, ama bir kamu malı üzerinde imar
suçu işleyen, imar haklarını haksız yere fazlalaştıran, kullanan bir kişi ne
yazık ki olumlu bir sicil alır; “bravo, işini becerdi, belediyeden geçirdi”
diye olumlu bir sicil alır. Bunu biz aşamadığımız müddetçe, piyasadaki bu
duyguyu aşamadığımız müddetçe sağlıklı bir kentleşme yaratmada partnerlerimizle
iyi bir diyalog kuramayız diye düşünüyorum. Elbette biz mimarlar olarak, teknik
insanlar olarak rantın teknisyeni olmamayı yakıştırıyoruz kendimize. Doğrusu,
karşı tarafın da böyle bir teklifle bizim karşımıza gelemeyeceğini, bunun
ayıplanacak bir öneri olduğunu görmesi ve bunu içselleştirmesi gerekir, böyle
bir piyasa düzenini hepimizin özlemesi gerekir. Bu bizim kurtuluşumuzdur. Aksi
takdirde piyasanın düzenleyici rolü, işte bugünkü gördüğümüz kentlerdir.
Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi’nin düzenlediği “Diyarbakır Mimarlık ve Kent Sempozyumu” 2-3 Aralık 2011 tarihlerinde gerçekleştirildi. Bu sempozyumun sonunda düzenlenen panelde yaptığım sunuşun yazıya dönüştürülmüş halidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder