3 Aralık 2011 Cumartesi

Sürdürülebilir Kentsel Kimlik

 
İki gün süren sempozyumun sonunda benim sunuşum genel bir değerlendirme kapsamında olacak; ayrıca bu iki gün boyunca sunulan bildirilerde yer almayan bazı hususlara da satırbaşlarıyla değinme fırsatımız olacak. Bunu amaçlamamıştım, ama böyle bir yararının da olduğunu bu iki günü izledikten sonra söyleyebilirim.

Bu panelin başlığı “Sürdürülebilir kentsel kimlikte yerel yönetimlerin rolü,” ama burada değineceğimiz konuların sadece yerel yönetimlere bırakılmayacak ağırlıkta olduğunu siz de kabul edersiniz. Sadece yerel yönetimlerin, ya da kamu yönetiminin değil, hep beraber ele almamız gereken, mimarlar olarak bizlere de çok büyük sorumluluklar düşen konular.

Bu kapsamda değinilmesi gereken başlıklar olarak tarihsel süreç içerisinde kenti kavramayı, “kentin belleği” konusu üzerinde biraz daha durmayı ve çok değinilmediğini düşündüğüm “kentsel yaşam kalitesi” konusuna değinmeyi düşünüyorum.

Tarihsel Süreç İçerisinde Kenti Kavramak

Kaynak: Orlanda Carlo Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla – 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler, Ed. Osman Köker, Birzamanlar Yayıncılık.
Bu resmi bilmiyorum daha önce görmüş müydünüz? Diyarbakır’ın 100 yıl önceki bir resmi. Doğu yönünden, Yenikapı civarından çekilmiş bir kartpostal. Ortadaki yüksek kule Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin çan kulesi. Bu resimde ilginç olan, şehrin teraslarının bir açık hava yatakhanesine dönüşmüş olması. Bu geleneksel bir düzenleme; bunlara taht dendiğini sanıyorum, iklim nedeniyle bütün kent bir açık hava yatakhanesi olmuş. Peki, günümüz mimarisinde bunların yeri var mı ya da bu iklimsel zorunluluklara karşı Diyarbakır halkının ürettiği bu çözümü çağdaş mimarimiz içerisinde biz nasıl sindirebildik, bu tabii ki ayrı bir tartışma konusu olarak önümüzde duruyor.

Yaklaşık 100 yıl önce kent manzarasını gösteren fotoğraftaki haliyle kentin bugünkü durumu, değişimi çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Bu elbette yadırganacak bir durum değil, kentler zamanla değişiyor, bu değişim kaçınılmaz. Sadece metropoller değişmiyor, metropollerdeki değişimi çok yönlü ele alıyoruz; İstanbul’u, Ankara’yı, bütün büyük kentlerdeki değişimi ele alıyoruz, değerlendiriyoruz. Elbette, Diyarbakır’ı da ele alıyoruz, iki gündür yapılan sunuşlarda bunlar dile getirildi. Ben sadece burada şu farkı belirtmek istedim: Büyük kentlerdeki değişimin algılanmasıyla daha küçük kentlerdeki değişimin ve o kentlilerin değişime karşı gösterdiği refleksin farkını önemsememiz lazım.

Bu kadar yoğun değişimin olduğu ortamlarda biz kendi çocukluğumuzun geçtiği mekânları çocuğumuza gösterememenin sıkıntısını yaşıyoruz. Torunlarımıza herhalde hiç gösteremeyeceğiz. Burada değişime karşı olan bir söylemi doğru bulmadığımızı belirtmeliyim. “Değişmemek ya da değişmeye direnmek değişmemek değil, bir başka türlü değişmektir” denir. Değişmeye karşı direnmekten bahsetmiyoruz. Zamanla her şey değişiyor, yaşama kültürümüz de değişiyor, kültürümüzün mekânsal karşılıkları değişiyor, evin iç düzeni değişiyor, evin kullanma biçimleri değişiyor ve geleneksel üretim yapımız değiştiği için evin içindeki üretim yapısı da değişiyor. Evi kullanım biçimlerimiz değişiyor, eşyalarımız değişiyor; yüklükten dolaplara geçtik, yer yatağımız karyolaya, sedir kanepeye dönüştü, koltuğa geçtik. Mutfaklar özellikle çok değişti, ev içi üretim değiştiği için. Kadın üretime, evi dışındaki üretime daha fazla katıldığı için mutfak yapıları değişti ve mutfaklarımıza pek çok alet girdi, yemek hazırlama yöntemlerimiz değişti, evin içerisindeki fonksiyonlar değişti ve tüketme kültürümüz değişti ve tabii televizyon başköşeye geldi.

Bütün bu değişimleri izlemek, bunların bugünkü kuşaklar için, çocuklarımız için sanki hep böyleymiş gibi olması, böyle algılanması tabii ki tuhaf. Bunlar bizim kısa ömrümüzde, birkaç on yıla sığan bir değişim. Bütün bunlara bağlı olarak özlemlerimiz, konfor arayışımız değişti ve benzer şekilde de kentten ve kent yönetiminden beklentilerimiz de değişti.

Değişimi reddetmek, geçmiş nostaljisi yapmak en sık düştüğümüz tuzak. Geçmişte var olduğuna inandığımız bir altın döneme ağıt yakmak, bir nostalji yapmak amacında değiliz, ama değişimi anlamak, yorumlamak ve geleceğimizi kurgulamak istiyoruz.

Değişimin bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi, her şey değişebilirdi, bütün bu söylediğimiz şeyler doğal olarak değişebilirdi, ama kaybettiğimiz mekânsal hafızanın bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi. Biz bu geleneksel çevrelerimize, yapılarımıza, konut dokularımıza çağdaş konforu koyabilirdik, bunu becerebilirdik, bunun nasıl yapılacağını yaygın bir şekilde gösterebilirdik ya da bu geleneksel konutların yanı başında, onlara komşuluk edecek çağdaş konutları daha iyi yapabilirdik.

Burada da dile getirdiğim gibi, konuşmamın içerisinde zaman zaman kendimize de iğne batırma fırsatını bulmuş olacağız. Çünkü biz mimarlar ve Mimarlar Odası çuvaldızı başkalarına çok sık batırıyoruz, meslektaşlarımıza da zaman zaman iğneyi batırmamız gerekiyor.

Evet, kentlerimizi geleceğe hazırlamak istiyoruz. 1975 Avrupa Mimari Miras Yılı’nda yayınlanan Amsterdam Bildirisi’nin bu özlü sözünü çok sık hatırlamamız gerekiyor; “gelecek, geçmişin yok edilmesi pahasına yaratılamaz.” Yerel yönetimler kentlerini gelişen üretim ve günlük yaşam koşullarına göre biçimlendirmeye, altyapıyı günün ihtiyaçlarına göre düzenlemeye uğraşırlarken artık başka bir gündemleri de olduğunun farkına varmaya başlamışlardır.

Burada Diyarbakır Belediyesi’nin, üniversitelerden meslektaşlarımızın yaptığı sunuşları izledim. Burada dile getirdiklerim Diyarbakır’da yapılmadığı anlamına gelmiyor, lütfen öyle algılamayın. Ben konuşmamı Diyarbakır’daki sunuşları görmeden hazırladım. Onu özellikle belirtmek istiyorum.

Kenti geleceğe hazırlarken kentin geçmiş birikimini bir yük olarak değil, bir zenginlik olarak görmek ve göstermek gerektiğinin farkına varmışlardır. Ülkemizdeki ve dünyadaki örneklerin özendirici etkisi olmuştur. Evet, küreselleşmenin bir avantajı da bu olmuştur, artık dünya küçülmüştür. Yerel yöneticilerimiz, meslektaşlarımız, teknik insanlar dünyanın öbür ucundaki yerleri daha rahat görebilir, algılayabilir olmuşlardır. Bunun da projelerin üretilmesinde çok önemli yararı olduğunu düşünüyorum. Tarihî Kentler Birliği’nin de özendirici etkisi olmuştur. Tabii ki pek çok sorunlar vardır, ama bir yandan da aynı yasal çerçeve içerisinde aynı mevzuatla aynı tüketici potansiyeline yönelik olarak ne gibi projeler üretilebileceğini belediyeler görmüşler ve değerlendirmişlerdir.

Kentin Yaşam Kalitesi

Burada çok sık geçer oldu, günlük basında da geçiyor, kentlerimizin yaşam kalitesi. Bazı basın organları, yerli veya yabancı basın organları kentleri birbirleriyle yarıştırır şekilde kentsel yaşam kalitesi sıralamasına tabi tutuyorlar. Kentlerin yaşam kalitesi şöyle tarif ediliyor: Kentleri yaşanılır kılan, yaşam kalitesini yükselten, yaşayanları mutlu eden kriterler vardır. Bunlar, kentin korunan ve yaşatılan tarihî mimarisi, çağı yansıtan yapıları, insanca ve etkin ulaşım sistemi, yürüme ve bisiklet yolu ağları, yeşil alanlar, buluşma yerleri, meydanlar gibi öğelerdir. Bu kriterlere bağlı olarak biz kentlerimizi sıraladığımız zaman maalesef uluslararası alanda ön sıralara çıkamıyoruz. Türkiye ortalamasında da farklı parametrelerle değerlendirmeler yapılıyor ve orada da kentlerimiz kendilerine ait birtakım göstergeler elde ediyorlar. Bunları da incelemek, bu verilere göre birtakım önlemler almak gerekir diye düşünüyorum.

Kentin yaşam kalitesiyle kentin belleğini korumanın paralel yürüdüğünü düşünüyorum. Kentin belleği, kent yaşam kalitesi ya da sürdürülebilirlik konusunda arzu ettiğimiz, düşündüğümüz, bunları dile getirdiğimiz zaman zihnimizde canlanan kavramlar nelerdir diye baktığımızda kentin belleğini korumak ve bunu geleceğe taşımak olduğunu görüyoruz. Burada yerin kimliği kavramı önem kazanıyor. Bu kavram, bir kişinin bir yeri diğer yerlerden ayırabilmesini, tanıyabilmesini sağlayan nitelikler bütünü olarak tanımlanmaktadır. İnsan ve mekân arasında bağ kurmak, kentsel yaşam kalitesinin yükseltilmesinin önemli bir öğesi. Bu mekânlar insanların ilişki kurabilecekleri, bağlanabilecekleri, aidiyet hissedebilecekleri, kendileriyle özdeşleştirebilecekleri, hatırlayacakları, özleyecekleri yerlerdir. Bunu tabii ki hemen şöyle canlandırabiliriz kafamızda: İstanbul yıllardan beri göç alan bir kent ve göçle gelenlerin çocuklarına bile sorduğunuz zaman “Nerelisiniz” diye, ya “Kastamonuluyum” veya “Sivaslıyım” diyor ya da başka bir yer diyor. Niye İstanbulluyum demiyor da babasının, dedesinin geldiği yöreleri kendisine daha yakın hissediyor, o yerleri daha sahiplenme duygusu içerisinde oluyor? İşte, bu bizim çözmemiz gereken bir sorun.

Kentlilik Bilincinin Geliştirilmesi

Yabancılaşma konusu, kentte yabancılaşmanın önlenmesi en öncelikli sorunlarımızdan biri. Burada kentlilik bilinci gündeme geliyor. Kentlilik bilincini nasıl oluşturabiliriz, bunu gündeme almamız gerekiyor. Kentlilerin yaşadıkları kentin farkına varmalarını, tanımalarını sağlamak çok yönlü bir programın oluşturulmasını gerekli kılıyor. Bu programın önemli bir parçası olarak da kent ve çevre konularını işlemek gündemde olmalı. Katılımcılık kültürünün geliştirilmesi gerekiyor. Biraz önce Genel Sekreter de bahsetti, belediyeler, yerel yönetimler özellikle katılımcılık konusunda önemli atılımlar yapıyorlar. Bazı kamu kuruluşlarında da katılımcılık konusu en azından söz olarak da olsa geçmek zorunda kalıyor, çünkü bazı kanunlarda, yönetmeliklerde katılım konusu önemseniyor. Ama bu katılımcılık bir kültür sorunu gerçekten de ve çok önemli. Kentlilerin kentle ilgili konulara duyarlı olabilmeleri katılımın sağlanacağı araçların oluşturulmasıyla mümkün olabilir. Tanıma, öğrenme, benimseme, sahiplenme ve koruma birbirini tamamlayan bir süreç olarak gelişebiliyor.

Burada bir olayı paylaşmak istiyorum: Geçtiğimiz dönem Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın adı henüz değişmemişken, Kentleşme Şurası yapılmıştı ve Kentleşme Şurası’nda ben kentlilik bilincinin oluşturulmasıyla ilgili bir çalışma grubunda görev yaptım. Orada Bursa Belediyesi’nin yaptığı bir çalışmadan bahsettiler hemşeri dernekleriyle ilgili olarak. Bursa çok göç alan bir kent ve gerek Balkan ülkelerinden gelen Balkan göçmenleri, gerekse de Türkiye içerisinden sanayi için gelen göçmenler kenti kullanıyorlar, kentin meydanlarını, sokaklarını kullanıyorlar, orada iş sahibi oluyorlar, orada yaşıyorlar, fakat kenti tanımıyorlar, kenti kullanıyorlar, ama kenti sevmiyorlar. Kendilerine sorulunca “Gümüşhaneliyim” ya da “Sivaslıyım” diyorlar. Üniversiteyle beraber “bunu nasıl giderebiliriz” diye hemşeri dernekleri üzerinde uzun süren bir çalışma yapılmış, kenti tanımaları için. “Kenti tanıyor musunuz, ne kadar tanıyorsunuz” gibi çocuklardan başlayarak hepsiyle kapsamlı bir çalışma yapmışlar ve bu çalışmanın sonucunda basit, ama önemli bir adım atılmış. Gümüşhaneliler Derneği gibi dernekler adlarını “Bursa’daki Gümüşhaneliler Derneği” diye değiştirmiş. Bu, tanımanın, benimsemenin bir adımı.

Kentli Hakları

Tüketici haklarının korunması da gündemde olmalı; uzunca bir süredir tüketici haklarıyla ilgili dernekler çalışıyor, bunlar gündemimize geliyor, basına yansıyor. Kentlilerin kentleriyle ilgili taleplerinin dile getirileceği ortamların yaratılması; eksik hizmetle yetinilmemesi, kent hizmetlerinin iyileştirilmesinde ve kentlilerde iyiye özlemin aranması duygusunun gelişmesinde tüketici haklarının işlenmesi yararlı olacaktır. Katılımın bir parçası olarak kentle ilgili kararların alınmasında ya da eksik ayıplı hizmetin tüketici hakları konusunda gündeme gelmesinde bu konunun daha fazla işlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Burada çok önemli bir konuyu bir satırla geçeceğiz, fakat kentli hakları bildirgeleri ya da uluslararası belgelerdeki kentli hakları konusunun apayrı bir önemi olduğunu ve işlenmesi gerektiğini düşünüyoruz, bunu vurgulamak istedim. Bu tür belgeler pek çok deneyden süzülerek geçmiş metinlerdir ve bize öncü olması, yol göstermesi ve içselleştirmemiz gereken belgelerdir. Bu konu daha önceki sempozyumlarda ele alınmıştı, burada sadece eksikliğini vurgulamak istedim.

Göç ve Kent Yoksulları

Bir kente sahiplenme konusunda ya da kentle ilgili alınan kararlarımızın bir ölçüde geçersiz kılınmasına neden olacak şekilde yoğun göçler yaşanıyor. Bu göçlerin nasıl etkisini azaltabiliriz ya da bu göçle gelenleri nasıl kentli hale getirebiliriz konusu hep gündemimizde. Burada tabii ki öncelikle İstanbul gündeme geliyor, yıllar içinde baktığınızda Diyarbakır’da da benzer bir şekilde giderek geometrik bir çizgide artan bir göç olgusu var. Eski gelenlerin kentli olma süreci belki farklı bir şekilde yaşandı. Orada kentlilerle, daha önce kentli olanlarla yeni gelenler arasındaki kaynaşma süreci belki daha yumuşak bir şekilde yaşandı, ama artık bu çok daha radikal bir şekilde yaşanıyor. Çok fazla göçmen aynı anda geliyor ve artık ciddi bir çatışma konusu oluyor.

Bir başka açıdan bakıldığında da bir insanın kendi ülkesinde göçmen olması, istenmemesi, sevilmemesi son derece trajik. Düşünebiliyor musunuz, büyük kentlerimizde bir yandan göçmenlerin oluşturduğu gettolar, mahalleler oluşuyor, bir yandan da o göçmenlerin etkisinden kurtulmak için korunaklı siteler yapılıyor; kapısında o göçmen gettolarında yaşayan görevlilerin nöbet tuttuğu, kimsenin içine giremediği birtakım mahalleler oluşuyor. Şimdi yeni bir eğilim daha belirdi; bu kapalı sitelerde oturanların alışveriş ettiği mekânların ve mahallelerin ayrı bir şekilde steril hale getirilmesi, oraların özel güvenlik elemanlarınca korunması ve göçle gelen, “zararlı unsurların” orayı kirletmemesi, rahatsız etmelerinin önlenmesi gibi birtakım tedbirler alınıyor. Bu, elbette ki bizim üzerinde durmamız gereken ciddi bir sorun.

Bu konuda öncelikle ekonomik ve sosyal tedbirler alınması gerekiyor, ama bunun yanında mekânsal düzenlemelerin de olması gerekiyor. İşte, burada kentlilerin; yani daha önce kente gelmiş, kentte yaşamış, kentte ev bark sahibi olmuş insanlarla yeni gelenlerin birbirleriyle kaynaşma mekânlarının oluşması, kentlerde bunların oluşturulması çok önemli ve bu konuda görev büyük ölçüde yerel yönetimlere ve yerel yönetimlere yol gösterecek, fikir üretecek biz teknik insanlara düşüyor.

Diyarbakır’daki göç dalgası çok radikal bir artış gösterdi, bu çok başka yönleri ve etkileriyle ele alınması gereken bir süreç. Zaman zaman burada yapılan toplantılarda bunun gündeme alındığını, değerlendirildiğini biliyorum. Burada tabii bir başka sorun daha var; bu bölgede İstanbul ya da Bursa’daki göçmenlerden farklı olarak kendi kırsalından gelen bir göç daha yoğun bir şekilde yer ediyor. Burada kendi bölgesinde geleneksel üretim yapısı içerisinde kendine yeten bir şekilde yaşayan insanların kente gelip bir türlü yaşama sorunlarını halledememesi gibi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalıyoruz, çünkü kent bunları özümseyecek bir ekonomik yapıya sahip değil, bu kadar büyük bir göçü karşılayacak yapıya sahip değil. Öte yandan bir başka olgu da, kimse sokakta yatmıyor. Aile içi dayanışma öne çıkıyor, belki evlerin içerisinde başka sorunlar yaşanıyor, ama kimse de sokakta kalmıyor New York’taki gibi.

Peki, mimari buna bir çözüm olabilir mi? Burada bir parantez açıyorum yine biz meslektaşlara yönelik olarak. Tabii ki mimari bunca yoksulluğa ve göçten kaynaklanan yoğun barınma ve devasa kent sorunlarına tek başına çare bulamaz. Bulamaz ama, bu olgu böyle bir sorunu dışlamamıza, yok saymamıza da neden olmamalıdır diye düşünüyorum. Meslek etiği diye bir sorunumuz var. Yoksullar için çalışmak, yoksulluk üzerine fikir üretmek ödüllendirilmediği gibi böyle yapmayanların ayıplanmadığı da bir ortamdayız. Bu bizim için ciddi bir meslek etiği sorunu. Mimarlık, sadece mimarlık bedelinin ödenebildiği ortamlarda mı hizmet üretmelidir? Bu ülkenin mimarları olarak yoksullukla, göçle gelen yoğun barınma sorunlarıyla ilgili projelerin üretilmesinde, gerçekleştirilmesinde aktif bir rol oynayabileceğimizi düşünüyorum.

Toplum ve Mimarlık

Sürdürülebilir kentsel kimlik ve kentlerin yaşam kalitesinin arttırılmasına yönelik olarak mimari açıdan yerel yönetimlere ne gibi çalışmalar önerebiliriz diye baktığımızda da toplum ve mimarlık çalışmalarını, daha önceki platformlarda çok detaylı şekilde açtığımız çalışmaları tekrar gündeme getirmek gerekiyor. Toplumla birlikte kentleşme ve mimarlık sorunlarının tartışılması önemli. Bunlar herkesin kentli olarak, kenti kullanan insanlar olarak, kentin mekânlarını kullanan, orada yaşayan insanlar olarak mimariyle ve kentle, kentlileşmeyle ilgilenmeleri gerektiğinden hareketle üretilmiş programlardır. Birtakım yayınların yapılması, mimarlığın toplum hayatındaki yerinin önemsenmesi ve bunun hatırlatılması gibi çalışmaları kapsamaktadır.

Bunların önemli bir parçası da çocuklara yönelik çalışmalardır. Her yaştan çocuğa yönelik mimarlık ve tasarım kültürünün verilmesine yönelik çalışmaları önemsiyoruz. Bunlar herkesin mimar veya planlamacı olmayacağı, ancak doğal olarak bir kentte yaşayacağından hareketle kentine ve çevreye karşı duyarlılığın oluşturulmasına yönelik çalışmaları kapsamaktadır. Burada yerel yönetimlere, kamu yönetimine, mimarlara çok iş düşüyor.

“Çocuk dostu kentler” ve “yürünülebilir kentler” kentleşme terminolojisine girmiş iki yeni kavram. Çocukların okullarına yalnız başına ve yürüyerek gidebilmelerinin sağlanması bir hedef olmalıdır diye düşünüyoruz. Kenti yayalar için çekici kılmayı ön plana alan, araç kullanmayı ise zorlaştıran bir planlama yaklaşımı çok önemli buluyoruz.

Burada iki gündür yaptığım gözlemlerde Diyarbakır’da ciddi bir ulaşım sorunu olduğunu da özellikle Genel Sekreter’in huzurunda belirtmek isterim. Toplu taşıma konusunda bir çaba varsa Genel Sekreter’in de birazdan açmasını dilerim. Gerçekten de yoğun bir trafik ve kavşak keşmekeşi olduğunu gözledik hep beraber.

Kentlerimiz çocuklar için giderek daha sorunlu hale geliyor. Çocukların dış mekânlardan yararlanma olanakları azalıyor, pek çok kentte durum böyle. Çocuklar giderek kapalı alanlara, evlerin içine doğru çekiliyor ve bunların çocukların sosyalleşmesi yönünde olumsuz bir etki bıraktığını da görmek zorundayız. Bir hocamızın çok güzel bir tespiti vardı; “Geleneksel çocuk oyunları en az iki üç kişiyle oynanıyordu, ama şimdi çocuklar tek başına oynuyor bilgisayarda.”

Erişilebilirlik

Evet, dün de gündeme geldi, erişilebilirlik konusunu tartıştık; kentlerimizin yaşanılır kılınmasının en önemli göstergelerinden biri. Yüzde 10 diye ben de burada not aldım, dün yüzde 12 olduğunu söylediler. Olabilir, ama oran kaç olursa olsun, ister özürlü, ister yaşlı, pek çok vatandaşımızın kentlerde rahat dolaşamadıklarını, evlere giremediklerini ya da kamusal mekânları kullanamadıklarını görüyoruz. Bazı parkların, bazı yolların özürlülere yönelik düzenlenmesi değil sorun. Burada tüm kentin, tüm kamusal mekânların, özel mekânların herkese yönelik erişilebilir olması çok önemli. Çünkü sorun sadece ortopedik özürlülere yönelik bir mekânsal düzenleme değil, tüm kentlilere yöneliktir. Onlar adına yapılan düzenlemeler, iyileştirmeler aslında hepimizin hayatını kolaylaştıran mekânsal düzenlemelerdir ve oluşturulan engellerin çoğu da biz meslektaşlarımızın yeterli duyarlılık göstermemesinden ve kamu yöneticilerinin yeterli duyarlık göstermemesinden kaynaklanan engellerdir. Göstereceğimiz özen, pek çok insanın mimarlık nedeniyle daha da zorluk çekmesinin önüne geçebilecektir. “Erişilebilir olan bir mekânda kimse engelli değildir, erişilebilirliğin sağlanmadığı ortamlarda ise herkes engellidir.”

Sürdürülebilir Kentsel Kimlik

Meydanlar konusu; tarih boyunca kentlerin toplumsal yaşamında önemli bir rol oynayan meydanlar günümüzde sadece araç trafiğini kolaylaştıran boş alanlar olarak görülmekte ve ne yazık ki kentin toplumsal yaşamının merkezi olamamaktadır. Dün de burada gördük, daha önceki dönemlerde tören yapılan, herkesin buluştuğu meydanların bugün bir otopark gibi kullanıldığını gösterdiler. Kentin ortak alanlarının geliştirilmesi önemli; kentlerin sadece konut alanları olarak büyümesi çok sıkıntı yaratıyor.

Kent mimarlık rehberlerinin yapılması; kentlilerin yaşadıkları kentle ilişki kurmalarına yardımcı olabileceği gibi nasıl bir kentte yaşadıklarını öğrenmelerine, farkındalığın artmasına katkıda bulunacaktır. Kent mimarlık rehberleri pek çok kentimizde yapıldı; İstanbul’da var, İzmir’de var, Ankara’da var, pek çok kentimizde var. Diyarbakır’da bir harita verildi bize, Turizm Müdürlüğü’nün hazırladığı, ama mimarlık rehberlerinin hazırlanması çok önemli. Kentle ilgili, kenti tanıma, anlama, öğrenme kapsamındaki kentlilik bilincinin gelişmesindeki önemi vurgulamıştık. İşte, bunun önemli araçlarından bir tanesi kent mimarlık rehberleridir. Kentin, kentlinin, kente gelenin kentle ilgili bilgilenme araçlarıdır bunlar.

Benzer örnekleri başka yerlerde de verdim. Burada çok rahat bir şekilde bunu önerebilirim. Diyarbakır’da geçen, Diyarbakır’ı anlatan pek çok roman var, o romanlarda geçen mekânların gösterildiği yerlerin anlatıldığı haritaların, farklı alternatif gezi haritalarının yapılması mümkün. Bu, kentle insanların daha yakın bağ kurmalarına yol açacaktır diye düşünüyorum.

Kent bilgilendirme noktaları plaketleri; bunlar da çok önemli. Kentlerin sürekli değişen ortamında kent hafızasının yitirilmesi tehlikesine karşı kent bilgilendirme noktalarının oluşturulmasının yararlı olacağını düşünebiliriz. Bugün anıt eserlerde bile son derece kötü bilgilendirme panoları görüyoruz; kimisini Kültür Bakanlığı, kimisini Vakıflar, kimisini yerel yönetimler yapıyor, ama daha ayrıntılı ve sadece turistler için değil, kentliler için hazırlanmış bilgilendirme noktalarının hazırlanması çok önemli.

Sokak isimleri üzerine de bir şeyler söylemek isterim. Bir kentin belleğini geleceğe taşımak açısından bunu çok önemli buluyorum. Ne yazık ki sürekli olarak değiştiriliyor, her kentimiz değiştiriyor, her yerel yönetim değiştiriyor. Cumhuriyet tarihi boyunca 30.000 ismin değiştirildiğini söylediler. Sokak, mahalle, köy, kent, vilayet, 30.000 isim ve hâlâ değiştiriliyor, her yönetim değiştiriyor. Keşke yeni sokaklara yeni isimler konsa ve bu sokakların isimlerinin ne olduğu ve nereden geldiği de sokak tabelalarının altında açıklansa da görsek, öğrensek.

Tarihte seçmecilik yapılmasının sakıncaları üzerinde durmak istiyorum. Kent ve kent tarihiyle ilgili anlatımlarda, ele alınan projelerde tarihe seçmeci bir anlayışla yaklaşılmasının ortak kültürel birikime zarar verdiğini, bunun neticesinde bir kısım kültürel birikimin ötekileştirilmesine, dışlanmasına yol açtığını görüyoruz. Bu giderek daha sık karşılaştığımız bir tehlike. Belli ideolojik yaklaşımlarla, belli referanslarla tarihteki belli bir kesimi kendimize daha yakın hissedip o tür eserlerin korunmasını, kollanmasını ve geleceğe taşınmasını önemsiyoruz. Diğer eserleri yıkmasak bile yok olmasına göz yumuyoruz, onlara özen göstermiyoruz. Bu tabii ki bizim kültür tarihimizi zayıflatan bir olgu. Bunu rahatlıkla burada söyleyebiliyoruz teknik insanlar olarak, ama yerel yönetimlerin ciddi öncelikleri olabiliyor. Osmanlılaştırma gibi bir yaklaşım içerisine giriyorlar, Selçuklu eserleri yapma gibi bir yaklaşım içerisine giriyorlar. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğunu belirtmek isterim.

Sempozyumda Cumhuriyet dönemi mimari mirasının korunması konusunda katkılar izledik, Diyarbakır’da da Cumhuriyet döneminde yapılmış seçkin mimari yapıların geleceğe aktarılması, onlarla ilgili bilgilerin daha pekiştirilmesi çok önemli.

Endüstri arkeolojisinin değerlendirilmesi konusuna çok değinilmedi, Diyarbakır’la ilgili sunuşlarda dün izledik ve bugün de Genel Sekreter sundu, Sümerbank fabrikasının bir kültür mekânı olarak değerlendirildiğini öğrendik, çok sevindik. Bu kullanılmayan endüstri yapılarının ki bir kısmı kent içinde de kalıyor, onların kentliler için kullanılması çok önemli. Tabii, kültür mekânı olarak yeniden işlevlendirilmesi, yapıların zarf olarak da kullanılması önemli, ama onun yanı sıra kentteki özellikle öğretim hayatındaki çocuklarımıza bir üretimi anlatabilmek, üretim sürecini buralarda canlandırabilmek kentle bağını kurmaları bakımından gençlerimiz için çok önemlidir diye düşünüyorum.

Somut olmayan kültürel miras konusuna dün değinildi, burada da bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Bunlar bayramlarımız, düğünlerimiz, ortak acı ve sevinçlerimizi paylaşma ritüellerimizdir. UNESCO bu konuya çok önem veriyor ve özendiriyor; özellikle küçük kentlere yönelik yapılacak böylesi derlemelerin ortak kent bilincinin oluşmasında önemli bir etken olacağı vurgulanmaktadır. Bizim de bu tür çalışmalarda, sürdürülebilir kentsel kimlik konusundaki çalışmalarda, Kırklar Dağı’nda olduğu gibi, Dengbejler’de olduğu gibi somut olmayan kültürel miras çalışmalarını önemsememiz gerekiyor. Dengbejler, ağıtlarımızın canlı taşıyıcıları üzerine yapılan çalışmalar bu kapsamda önemli bir kazanımdır.

Diyarbakır Kent Müzesi gibi müzeler, kent müzeleri pek çok ilimizde kuruldu. Müzeler sadece durağan şeyler değil. Bunu tartışmıyorum, müze konusu ele alındı, apayrı tartışmalar yürütülebilir, ama kent müzelerinin çok önemli olduğunu ve sürdürülebilir kentsel kimlik konusunda, kentin belleğinin taşınması konusunda önemli bir araç olduğunu vurgulamak isterim. Kentin tarihî gelişimini Kent Müzesi’nde çocuklarımıza gösterebilmeyi önemli bir adım olarak değerlendiriyorum. “Müzeler, zamanın mekâna dönüştüğü yerlerdir. Zamanın geçtiği duygusunu bir anlık da olsa bize hissettirirler.” (Orhan Pamuk)

Son olarak bu kapsamda başka neler yapılabilir diye düşündüğümüzde, kişisel arşivlerden kent tarihine katkı derlenmesi özendirilebilir. Hepimizin evinde babalarımızın, dedelerimizin fotoğrafları var ve bu fotoğrafların arkasında kenti görüyoruz, kent mekânlarını görüyoruz. O fotoğrafların anlattığı hikâyeler var. Bu hikâyelerin bir yerlerde anlatılması, derlenmesi, kayıt altına alınması gerekiyor. Bunlar çok önemli belgeler. Yerel tarih çalışmalarının desteklenmesi çok önemli, Diyarbakır gibi bir yerde, yakın dönemde çok büyük acıların yaşandığı bir bölgede yerel tarih çalışmalarının unutulmaya karşı hafızanın vurgulanması çok önemli. Bunun yanı sıra kent tarihiyle ilgili akademik araştırmaların desteklenmesi de çok önemli. Bu konuda yerel yönetimlerin ya da yerel yönetimlerin de içinde bulunduğu bir takım inisiyatif gruplarının ufak katkılarla araştırmacılara yön göstermeleri, ufak maddi olanaklar sağlamaları kent tarihi konusunda önemli katkılar sağlayacaktır diye düşünüyorum.

Bitirirken…

Geçtiğimiz günlerde “Gelecek Uzun Sürer” filmini izledim, çok etkilendim. Bölgeyle ilgili belgesel tadında bir filmdi. Bu filmde Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin oluşturduğu Musa Anter Bilgi Belge Merkezi olduğunu gördüm, ama bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini gerçekten bilmiyorum, henüz gerçekleşmediyse bile gerçekleştirilmesini diliyorum. Hayat sanatı taklit eder derler. Hem Musa Anter’in adının yaşatılması adına, hem kentte böyle bilgi, belge merkezinin oluşturulmasının gerekliliği anlamında bu çok önemli. Bu acıların bir gün dineceğini, bir gün unutulacağını ve geriye çocuklarımıza sağlıklı bir yaşam çevresini nasıl bırakacağımızı konuşacağımız günlerin geleceğine inanıyorum.

Elbette, umutla, özlemle…

(Sunuşa Ek) Bazı şeyleri açıklama ihtiyacı hissettim. Birincisi; Tarihî Kentler Birliği’nin çalışmalarını övmüştüm konuşmamda. Elbette çok başarılı bir performans gösterdiler, ancak şunu da dile getirmek gerekiyor: Yerel yönetimlerimiz kaynak kullanımı konusunda öncesiyle kıyaslandığında çok büyük olanaklara sahipler ve çok hızlı bir restorasyon işine giriştiler. Bu restorasyon işlerinde ciddi yanlışlar da yaptılar. Biz bunları sıkça dile getirdik, ama burada da dile getirme ihtiyacını hissediyorum. Çünkü Tarihî Kentler Birliği’nin proje nasıl üretileceği konusunda belediyelere örnek olduğunu dile getirirken yapılan hızlı uygulamaların da hatalarını söylememiz gerekiyordu. Tarihî Kentler Birliği çalışmalarına katılan meslektaşlarımızın, yöneticilere yönelik övgülerini çok bol kullandıklarını, eleştiri ve uyarılarını yeterince yapmadıklarını da gözlüyoruz.

Restorasyon yaptıran bir başka kurum olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü 2007 yılında 2007 ihale açtığını sevinçle söylemişti, halbuki Türkiye’de o sırada bırakın 2007 adet restorasyon projesini yapacak mimarın, ekibin bulunmasını, bunu kamu adına denetleyecek olan personelin bile olmadığı ortadaydı. Ciddi bir risk söz konusuydu. Nitekim bunun sonuçlarını da gördük; teknik insanlar olarak daha dikkatli olmamız gerekir. Her zaman çok para, çok rahat kaynak kullanımı avantaj olmayabiliyor.

İkincisi; meslektaşlarımızın yeterli duyarlılığı göstermediği konusunda iğneyi batırırken çuvaldız konusundaki cümleyi atlamışım, onu da burada tamamlamak isterim. Türkiye’de yapılı çevrenin üretilmesinde tabii ki meslektaşlarımızın çok önemli rolleri var. Onlardan teknik ve yaratıcı becerilerini kullanmaları istenir ve bunu yapmaları da gereklidir, ama ne yazık ki bu yeterli değildir. Her zaman söylediğimiz gibi yapı üretimi çok bileşenlidir. Bir hocamızın çok veciz dile getirdiği gibi “kentler ortak başarımız ya da başarısızlığımızdır.” Bu çok önemli, çünkü kamu yönetiminin, yerel yönetimlerin düzenlemeleri, uygulamaları, müteahhitler, diğer teknik insanlar ve her şeyden önemlisi de işverenlerimizin, toplumun bizden iyiyi, güzeli araması, ayıplı hizmeti reddetmesi çok önemli. Konuşmamda dile getirdiğim gibi toplum ve mimarlık konusundaki çalışmaların önemi anlaşılıyor. Bir işverenle masaya oturduğunuzda ve “şöyle bir yapı istiyorum” diye tarif etmeye başladığı zaman aklında olan yapılar, diyelim ki yabancı ülkelerden alınmış birtakım görsel imajlar oluyor. Dolayısıyla bugünkü oturumda da sunulduğu gibi Diyarbakır’ın çevresinde Amerikan dergilerinden ışınlanmış yapılar isteyen bir işverenle karşı karşıya kalabiliyorsunuz; bu durumda meslektaşlarımızın ne kadar direnebilecekleri de ayrı bir sorun tabii ki.

Kullandığımız dil çok önemli. Bunu da özellikle vurgulamak isterim. Toplum ve mimarlık konularında insanlara mimarlığı, kentleşmeyi, kentli duyarlılığını aktardığımız metinlerde biz uygun bir dili çok kullanamıyoruz. Mimarlar Odası’nda görevli olduğum zamanlarda beş altı tane günlük gazete eki çıkardık Mimarlar Odası adına. Önemli bir deneyimdi. Hürriyet gazetesiyle iki defa, Cumhuriyet gazetesiyle üç defa ve ayrıca İngilizce ve Türkçe olarak bütün günlük gazetelerle beraber dağıtılan mimarlık ekleri yaptık. Burada değerli hocalarımızın ve meslektaşlarımızın katkılarına yer verdik, yazılar yazdık. Herkes çok beğendi ve kaldırıp bir tarafa koydu. Ben çok farklı kişilere sordum; biz mümkün olduğu kadar basitleştirdiğimizi düşünsek de kendi içimizde kullandığımız dilin çok fazla teknik olduğunu, vatandaşın anlayacağı tarzda bir dil olmadığını söylediler. Bu ciddi bir uyarıydı. Biz topluma yönelik mimarlıkla ilgili kendi düşüncelerimizin paylaşılmasıyla ilgili metinler ürettiğimizi düşünürken galiba kendi sofistike dilimizi kullanmaktan kurtulamıyoruz.

Konuşmalarda geçen bir konuya itirazım var, benim piyasaya da itirazım var, piyasanın düzenleyici rolünün kutsanmasına itirazım var. Tabii ki bu konteks içerisinde söylenmediğini de düşünüyorum, ama piyasanın böylesine olumlanması, piyasanın her şeyi düzenleyeceği şeklindeki, ya da onun yaptıklarının kendi doğası içerisinde algılanması gerektiği yönündeki bir anlayışı ben şahsen reddediyorum ve buna karşı iradi bir vurgu yapıyorum. Bunu çok önemli buluyorum. Piyasada, en azından mimarlık alanından baktığımızda, yapılaşma alanına baktığımızda imar suçlarına karşı son derece büyük bir hoşgörü olduğunu görüyoruz. Bakkaldan çikolata çalan bir çocuk hırsız damgası yer ve ömür boyu o damga ondan çıkmaz, ama bir kamu malı üzerinde imar suçu işleyen, imar haklarını haksız yere fazlalaştıran, kullanan bir kişi ne yazık ki olumlu bir sicil alır; “bravo, işini becerdi, belediyeden geçirdi” diye olumlu bir sicil alır. Bunu biz aşamadığımız müddetçe, piyasadaki bu duyguyu aşamadığımız müddetçe sağlıklı bir kentleşme yaratmada partnerlerimizle iyi bir diyalog kuramayız diye düşünüyorum. Elbette biz mimarlar olarak, teknik insanlar olarak rantın teknisyeni olmamayı yakıştırıyoruz kendimize. Doğrusu, karşı tarafın da böyle bir teklifle bizim karşımıza gelemeyeceğini, bunun ayıplanacak bir öneri olduğunu görmesi ve bunu içselleştirmesi gerekir, böyle bir piyasa düzenini hepimizin özlemesi gerekir. Bu bizim kurtuluşumuzdur. Aksi takdirde piyasanın düzenleyici rolü, işte bugünkü gördüğümüz kentlerdir.

Mimarlar Odası Diyarbakır Şubesi’nin düzenlediği “Diyarbakır Mimarlık ve Kent Sempozyumu” 2-3 Aralık 2011 tarihlerinde gerçekleştirildi. Bu sempozyumun sonunda düzenlenen panelde yaptığım sunuşun yazıya dönüştürülmüş halidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder