20 Mayıs 2013 Pazartesi

Turizm ve Kültür’ün Mutsuz Beraberliği

Dergimizin bu sayısında “Turizm ve Mimarlık” temasını irdeliyoruz. Çukurova’nın turizm açısından çok anılan bir yöre olmaması bu bölgedeki turizm hareketliliğinin değerlendirilmesinin önünde neredeyse bir bariyer oluşturmuş durumda. Oysa bölgedeki yazlık ikinci konutların yarattığı yapılaşma sorunları, yaylalardaki aşırı yığılmaların doğal çevreye verdiği tahribat, turizm adına değerlendirilebilecek kültürel potansiyelin yeterince önemsenmemesi gibi pek çok sorun bizlerin önünde duruyor. Dosyamızdaki yazıların bu çerçevedeki çalışmalara katkı sağlayacağını düşünüyoruz.

Turizm planlaması üzerine bazı hatırlatmalar yapmak isterim. Dünya Turizm Örgütü, 2020 yılında dünyadaki turist sayısının 1,5 milyar kişi, toplam turizm gelirinin ise 2 trilyon ABD doları olacağını öngörmekte. Günümüzde 75 milyon ziyaretçi ile birinciliğini sürdüren Fransa’nın kültür ağırlıklı yaklaşımı övülmekte, İtalya ve İspanya’nın benzer yaklaşımları sürdürdüğü belirtilmektedir. Turizm sektörüne ilişkin yeni eğilimlerin incelendiği, tatilcilerin tercihlerinin deniz-kum-güneş üçlüsünden eğlence-eğitim-çevre üçlüsüne kaydığının gözlendiği, sezonluk faaliyetlerin yıla yayılmasına yönelik programların ağırlık kazandığı, turist profili üzerinde çevre duyarlılığı ve siyasi tercihlerin belirleyiciliği vurgulanmaktadır.  

Her yıl milyonlarca insanın başka ülkelere, bölgelere gideceğini, yeni kültürlerle tanışacağını, farklı yaşamları, kültürleri olan insanlarla görüşeceğini, bunun yaşamımızı, dünyamızı güzelleştirebilecek bir etkileşim sağlayabileceğini düşünmek bizi umutlandırıyor. Ama ne yazık ki, “her şey dahil” sistemiyle evinden alınarak sahildeki otele kapatılan turistin kentle, kentliyle, kültürümüzle bir alışverişi olamadığını, böyle bir arayışa girmediğini görüyoruz.

Tarihî çevrenin turizmin hizmetine sunulmasının yol açtığı bazı sıkıntılara da değinmek isterim. Geçmişten günümüze kalan mimari mirasımızın en önemli kültür varlıklarımızdan olduğunu, bizlerin bu eserleri sağlıklaştırarak gelecek kuşaklara aktarmakla görevli olduğumuzun bilinciyle davranılması gerektiğini hep vurguluyoruz. Turizm sayesinde bu eserlerin restorasyonuna kaynak ayrılabildiği gerçeğini elbette unutmuyoruz. Ancak gerek antik sitlerin yönetiminde, gerekse restorasyonunda karşılaştığımız aksaklıkların endişesini de sizlerle paylaşmak istiyoruz. Proje hizmetlerine az pay ayrılması, uzmanlığa saygının belki de en çok arandığı yer olması gereken eski eserlerin restorasyonunda işin gerektirdiği çapta ve çeşitlilikte uzmanın zorunlu tutulmaması, yapıların ehil olmayan kişiler eliyle tehlikeli bir şekilde hırpalanmasını getirmektedir. Bu sayımızda yer verdiğimiz St. Simeon Manastırı sit alanına yapılan rüzgâr santrali tesislerinin yarattığı tahribat her şeyi göz önüne seriyor.

Turizmin teşvik edilmesine verilen önem şimdiye kadar çevrenin aleyhine bir seyir izlemiştir. Ormanların, ekolojik bitki örtüsü bakımından hassas alanların bu konuyla ilgili raporlar göz ardı edilerek turizme açılmasına karar verilmesi geri dönülmez bir tahribatın yolunu açmaktadır. Sürdürülebilir çevre bilincinin gelişmesini, hızla yok edilen bu kaynakların sonsuz olmadığının farkına varılmasını, bu tahribatın acilen önlemesini diliyoruz.  

Kentlerimizde sürdürülebilir bir turizm politikasının hayata geçirilmesi, planlama/mimarlık/kent yönetim üçlüsünün eşgüdüm içinde olmasını, verimli ve geleceğe yönelik akılcı gelişme hedefleri olan bir anlayışın benimsenmesini gerektirmektedir. Çok zengin bir kültüre sahip olan Türkiye, geçmişini ortaya çıkartmanın yanı sıra, bugünü geleceğe taşımak açısından da yalnız turizm adına değil, kendi insanı adına da nitelikli çevreler oluşturmak zorundadır. Kentin turizmle birlikte gelişmesi, kentlilerin sahip oldukları doğal ve kültürel varlıkların evrensel kültürün bir parçası olarak ne kadar değerli olduklarını hissetmeleri, bu sürecin kültür varlıklarını tüketerek değil, koruyarak, yaşatarak, sağlıklaştırarak sürdürülebileceğini fark etmeleri önemlidir.   

Kentlerin kentliler için yaşanılır olması, altyapısının, sosyal donatı alanlarının, ulaşımının çözülmüş olması, yeşil alanlarının çokluğu ve iyi işlenmiş olması başlı başına bir zenginliktir ve kenti gezmeye gelenlere o kentte yaşama isteği uyandırır. Denizi, güneşi, ören yerlerinin görülmesi bahasına katlanılan sıkıntılar değil, kentlilerin mutluluğu hatırlanmalıdır. Böylesi bir izlenimi verebiliyorsak, böylesi bir çevre düzeni yaratabilmişsek turizmle kültürün mutlu bir evliliğini becerebilmişiz demektir. 

Güney Mimarlık dergisinin 12. sayısında (Haziran 2013) yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder