Turizm planlaması üzerine bazı hatırlatmalar yapmak isterim. Dünya
Turizm Örgütü, 2020 yılında dünyadaki turist sayısının 1,5 milyar kişi, toplam
turizm gelirinin ise 2 trilyon ABD doları olacağını öngörmekte. Günümüzde 75
milyon ziyaretçi ile birinciliğini sürdüren Fransa’nın kültür ağırlıklı
yaklaşımı övülmekte, İtalya ve İspanya’nın benzer yaklaşımları sürdürdüğü
belirtilmektedir. Turizm sektörüne ilişkin yeni eğilimlerin incelendiği,
tatilcilerin tercihlerinin deniz-kum-güneş üçlüsünden eğlence-eğitim-çevre
üçlüsüne kaydığının gözlendiği, sezonluk faaliyetlerin yıla yayılmasına yönelik
programların ağırlık kazandığı, turist profili üzerinde çevre duyarlılığı ve
siyasi tercihlerin belirleyiciliği vurgulanmaktadır.
Her yıl milyonlarca insanın başka ülkelere, bölgelere gideceğini,
yeni kültürlerle tanışacağını, farklı yaşamları, kültürleri olan insanlarla
görüşeceğini, bunun yaşamımızı, dünyamızı güzelleştirebilecek bir etkileşim
sağlayabileceğini düşünmek bizi umutlandırıyor. Ama ne yazık ki, “her şey
dahil” sistemiyle evinden alınarak sahildeki otele kapatılan turistin kentle,
kentliyle, kültürümüzle bir alışverişi olamadığını, böyle bir arayışa girmediğini
görüyoruz.
Tarihî çevrenin turizmin hizmetine sunulmasının yol açtığı bazı
sıkıntılara da değinmek isterim. Geçmişten günümüze kalan mimari mirasımızın en
önemli kültür varlıklarımızdan olduğunu, bizlerin bu eserleri sağlıklaştırarak
gelecek kuşaklara aktarmakla görevli olduğumuzun bilinciyle davranılması
gerektiğini hep vurguluyoruz. Turizm sayesinde bu eserlerin restorasyonuna
kaynak ayrılabildiği gerçeğini elbette unutmuyoruz. Ancak gerek antik sitlerin
yönetiminde, gerekse restorasyonunda karşılaştığımız aksaklıkların endişesini
de sizlerle paylaşmak istiyoruz. Proje hizmetlerine az pay ayrılması, uzmanlığa
saygının belki de en çok arandığı yer olması gereken eski eserlerin
restorasyonunda işin gerektirdiği çapta ve çeşitlilikte uzmanın zorunlu
tutulmaması, yapıların ehil olmayan kişiler eliyle tehlikeli bir şekilde
hırpalanmasını getirmektedir. Bu sayımızda yer verdiğimiz St. Simeon Manastırı
sit alanına yapılan rüzgâr santrali tesislerinin yarattığı tahribat her şeyi
göz önüne seriyor.
Turizmin teşvik edilmesine verilen önem şimdiye kadar çevrenin
aleyhine bir seyir izlemiştir. Ormanların, ekolojik bitki örtüsü bakımından
hassas alanların bu konuyla ilgili raporlar göz ardı edilerek turizme
açılmasına karar verilmesi geri dönülmez bir tahribatın yolunu açmaktadır.
Sürdürülebilir çevre bilincinin gelişmesini, hızla yok edilen bu kaynakların
sonsuz olmadığının farkına varılmasını, bu tahribatın acilen önlemesini
diliyoruz.
Kentlerimizde sürdürülebilir bir turizm politikasının hayata
geçirilmesi, planlama/mimarlık/kent yönetim üçlüsünün eşgüdüm içinde olmasını,
verimli ve geleceğe yönelik akılcı gelişme hedefleri olan bir anlayışın
benimsenmesini gerektirmektedir. Çok zengin bir kültüre sahip olan Türkiye,
geçmişini ortaya çıkartmanın yanı sıra, bugünü geleceğe taşımak açısından da
yalnız turizm adına değil, kendi insanı adına da nitelikli çevreler oluşturmak
zorundadır. Kentin turizmle birlikte gelişmesi, kentlilerin sahip oldukları
doğal ve kültürel varlıkların evrensel kültürün bir parçası olarak ne kadar
değerli olduklarını hissetmeleri, bu sürecin kültür varlıklarını tüketerek
değil, koruyarak, yaşatarak, sağlıklaştırarak sürdürülebileceğini fark etmeleri
önemlidir.
Kentlerin kentliler için yaşanılır olması, altyapısının, sosyal
donatı alanlarının, ulaşımının çözülmüş olması, yeşil alanlarının çokluğu ve
iyi işlenmiş olması başlı başına bir zenginliktir ve kenti gezmeye gelenlere o
kentte yaşama isteği uyandırır. Denizi, güneşi, ören yerlerinin görülmesi
bahasına katlanılan sıkıntılar değil, kentlilerin mutluluğu hatırlanmalıdır.
Böylesi bir izlenimi verebiliyorsak, böylesi bir çevre düzeni yaratabilmişsek
turizmle kültürün mutlu bir evliliğini becerebilmişiz demektir.
Güney Mimarlık dergisinin 12. sayısında (Haziran 2013) yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder