28 Şubat 2013 Perşembe

Tarihsel Süreç İçerisinde Kenti Kavramak

Kentler zamanla değişiyor; zamanla her şey değişiyor, yaşama kültürümüz değişiyor, kültürümüzün mekânsal karşılıkları değişiyor. Değişimi reddetmek, geçmiş nostaljisi yapmak, hiçbir zaman var olmamış bir altın döneme ağıt yakmak yerine değişimi anlamak ve yorumlamak; bunlara dayanarak da geleceği kurgulamak gerekiyor.
“Değişmemek ya da değişmeye direnmek değişmemek değil, bir başka türlü değişmektir” denir. Ancak değişimin bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi; her şey değişebilirdi, bütün bu söylediğimiz şeyler doğal olarak değişebilirdi, ama kaybettiğimiz mekânsal hafızanın bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi. Bugün kendi çocukluğumuzdaki mekânları çocuğumuza gösteremiyoruz; torunumuza hiç gösteremeyeceğiz. Biz geleneksel çevrelerimize, yapılarımıza, konut dokularımıza çağdaş konforu koyabilir, bunun nasıl yapılacağını yaygın ve etkin bir şekilde gösterebilirdik ya da bu geleneksel konutların yanı başında, onlara komşuluk edecek çağdaş konutları daha iyi yapabilirdik.  
Bu süreç içerisinde sadece kamusal mekânlar değil, evlerimizin iç düzeni, evi kullanma biçimleri değişmiştir. Geleneksel üretim yapısı, ev içindeki çalışma düzeni değişmiştir. Evlere, mutfaklara pek çok yeni alet girmiş, yemek hazırlama ve tüketme kültürü değişmiştir. Birkaç on yıl gibi çok kısa bir sürede “yüklükten dolaba, yer yatağından karyolaya, sedirden kanepeye, koltuğa, yer sofrasından masaya” geçilmiştir. En önemli aktör olarak da televizyon evimizde başköşeye yerleşmiştir. Bütün bunların ve burada değinilmeyen etmenlerin sonucunda özlemlerimiz, konfor arayışımız değişmiştir. Benzer şekilde kentten, kent yönetiminden beklentimiz de değişmiştir. 
Yerel yönetimler, kentlerini gelişen üretim ve günlük yaşam koşullarına göre biçimlendirmeye, altyapıyı günün ihtiyaçlarına göre düzenlemeye uğraşırlarken artık başka bir gündemleri de olduğunun farkına varmaya başlamışlardır. Kenti geleceğe hazırlarken kentin geçmiş birikimini bir yük olarak değil, bir zenginlik olarak görmek ve göstermek gerektiğinin farkına varmışlardır. Bu kapsamda ülkemizdeki ve dünyadaki başarılı örneklerin özendirici etkisini, Tarihî Kentler Birliği’nin bu çalışmalara önemli katkısı olduğunu da belirtebiliriz. Elbette bütün kentlilerin ve yöneticilerin aynı duygudaşlıkla hareket etmediği gerçeğini de görmemiz, tarihî ve kültürel mirasımız üzerindeki riskleri irdelememiz gerekiyor.
Koruma Kültürünün Yeterince Benimsenmemesi
Koruma kültürü ile ilgili konuların önemsenmesi ve uzmanlarının görüşlerinin olumlu anlamda farklılaşması sürecini yaşıyoruz. Çok uzun olmayan bir geçmişe kadar sadece anıt eserlerin, camilerin, mabetlerin, sarayların ve benzeri yapıların korunması söz konusu iken bugün koruma kültürünün tek yapı ölçeğinden, anıtsal yapılardan kentsel sit alanlarının, sivil mimarinin korunmasına doğru evrildiğini büyük bir memnuniyetle gözlüyoruz. Değişik nedenlerle bazı değerlerini yitirmiş bu bölgelerin kentler için bir sorun yumağı gibi görülmemesi, bir zenginlik olarak algılanması ve hak ettiği özende çözüm üretilmesi, kaynak ayrılarak sağlıklaştırılmaları ve çağdaş kullanımlarla kent yaşamına katılmaları gündeme gelmiştir.
“Gelecek, geçmişin yok edilmesi pahasına yaratılamaz”. 1975 Avrupa Mimari Miras Yılında yayımlanan Amsterdam Bildirisi’nin bu özlü sözü her zaman bize rehber olmalıdır. Kültürel miras kapsamında değerlendirilmesini istediğimiz yapıların ve tarihî çevrelerin, gelecek kuşaklara sağlıklaştırılarak devredilmesi gereken, bize emanet edilmiş birer kültür varlıkları olduğunu görmemiz ve o duyguyla bunlara yaklaşmamız gerekmektedir. Önemli olan, önceki nesillerin yapıtlarını, ürünlerini görerek insanlığın evrimini anlamak, zaman içinde nerede olduğumuzu kavramaktır.
Koruma kültürünün ülkemizin genel kültür politikasının bir parçası olması gerektiğini düşünüyorum. Her toplumun kendi kültür varlıklarını savunmak hakkı ve görevi vardır; çünkü toplumlar kimliklerini, kendileri için esin kaynağı olan bu değerlerde bulurlar. Bu hakkın kullanılması ve bu görevlerin yerine getirilmesi, ancak doğru bilgilere dayalı ve yaşamın doğal parçası haline gelmiş yaygın bir koruma kültürünün varlığı ile gerçekleşebilir.
Öte yandan koruma olgusunun geniş halk kitlelerince benimsendiğini söyleyemiyoruz. Kültürel mirasa sahiplenme ne yazık ki, toplum katmanlarında bir yaşam biçimi haline gelememiştir. Koruma bir kalkınma faktörü olarak değil, aksine yatırımları engelleyen, kentlerimizin mekânsal gelişimine olanak sağlamayan bir olgu olarak görülmektedir. Şüphesiz ki bu anlayışın arkasında hızlı kentleşme, kent merkezlerindeki rantın giderek artması, kültürel varlıkların günümüz yaşamına uyarlanarak kullanılabileceği ilkesinin benimsenmemesi gibi hususlar bulunmaktadır.
Kentsel sit alanlarının müzecilik anlayışıyla korunması, her yapının müzeye dönüştürülmesi elbette mümkün değildir. Böylesi bir tarihî dokunun korunması, ancak içindeki hayatın sürmesiyle mümkün olabilir. Bu aşamada da pek çok sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Eski’de yaşamını sürdürenler için aynı yerde kalma isteği söz konusu değildir. Onlar için eski köhnedir, maddi olanaksızlıktan oradadırlar, özlemleri yeniyedir. Bu eğilim ise tarihî kent merkezlerinin korunmasının bir eskiye dönüş, pahalı, elitist bir davranış olarak görülmesine neden olmaktadır. Yönetimlerin sosyal içerikli proje desteği vermeleri, katılımı özendirmeleri böylesi alanların sağlıklaştırılarak yaşatılması için vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Farklı kullanım amaçlarıyla yapıların yeniden gündeme gelmesi önümüze bambaşka ufuklar açmakta, yeni seçenekler, yeni olanaklar sunmaktadır. Yeni işlev kazandırılarak toplum hayatına katılması sağlanan yapılardaki restorasyonların, yeni fonksiyonların gereklerini ve çağdaş konforu sağlamasıyla, ayrıca da yapının orijinal halinin okunabilmesini olanaklı kılmasıyla başarıya ulaşabileceğini düşünüyorum. Pek çok yerel yönetim bu alanda hızlı hareket etmek, sorunların üzerinden atlamak için aceleci davranmakta, dolayısıyla hata yapmakta; hatalı restorasyonlara göz yumulmaktadır. Bazı yerlerde restorasyon adı altında neredeyse yeniden yapılan Selçuklu eserleri karşımıza çıkmaktadır.
Tarihte Seçmecilik Yapılması
Bir başka önemli sorun da kültürel mirasımıza sahiplenme kapsamında ortaya çıkmaktadır. Bazı yerel yöneticilerimizin ideolojik yaklaşımlarla seçmeci davrandığını görüyoruz. Bu giderek daha sık karşılaştığımız bir tehlike. Yerel yönetimler Osmanlılaştırma gibi Selçuklu eserleri yapma gibi bir yaklaşım içerisine giriyorlar. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğunu belirtmek isterim. Kent ve kent tarihiyle ilgili anlatımlarda, ele alınan projelerde tarihe seçmeci bir anlayışla yaklaşılmasının ortak kültürel birikime zarar verdiğini, bunun neticesinde bir kısım kültürel birikimin ötekileştirilmesine, dışlanmasına yol açtığını görüyoruz. Üzerinde yaşadığımız topraklarda binlerce yıldır değişik medeniyetler yaşamış ve kültürel izlerini bırakmışlardır. Bunlar bize emanet edilmiş, tüm insanlığa ait koruması ve sağlıklaştırarak gelecek kuşakları aktarması gereken kültür varlıklarıdır, gurur kaynağımızdır. Bazı dönemlere ait eserlerin korunmasına önem vermek, diğerlerinin yok olmasına aldırmamak nasıl bir kültürel zenginliğe sahip olduğumuzu anlamadığımızı göstermekte, bizi zayıflatmaktadır. Oysa bu topraklardaki her türlü kültür birikimi bizimdir, tüm insanlığındır.
Cumhuriyet Dönemi Mimarisi Risk Altında
Mimari mirasın korunması ve geliştirilmesi kapsamında doğal olarak Cumhuriyet Dönemi mimarlığına da değinmemiz gerekiyor. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, başta Ankara olmak üzere, pek çok Anadolu kentinin yeniden imarı gündeme gelmiş, yüzünü geleceğe çeviren yeni yönetim geçmişten kopuşu, geleceğin toplum yapısını simgeleyen modern mimari ürünlerini tercih etmiştir. Pek çok Anadolu kentinde, özellikle Batı Anadolu kentlerinde 20. yüzyılın ortalarında kadar çok seçkin modernist yapılar yapılmış; yönetim yapıları için açılan yarışmalarla edinilen projeler, kentlerimizin prestij yapılarını belirlemiştir. Keza bu dönemde gerçekleştirilen özel konut yapılarının örneklerini hâlâ daha görmemiz mümkündür. Ne yazık ki, her geçen gün bu yapılardan birisi daha sessiz sedasız yıkılmaktadır. Türkiye’de binaların ömrü kendi doğal ömürlerinden kısa olmaktadır. Arazi rantının yüksekliği, kent topraklarının aşırı kıymetlenmesi, yapıların doğal ömrünü tamamlamasına olanak vermemektedir. Mimari mirasımızı koruma konusundaki deneyimlerimizin artmasına, korumaya daha fazla parasal kaynak ayrılmasına rağmen, koruma kültürünün yeterince oluşmaması nedeniyle bu mirasın hırpalanması önlenememektedir. Bu tahribattan en fazla etkilenenlerin Cumhuriyet Dönemi yapıları olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet Dönemi Mimarlığının en özgün yapıtlarını bünyesinde barındıran Ankara başta olmak üzere, ülkemizin birçok kentinde bu olumsuzluğun izlerini görmemiz mümkündür. Oysa Cumhuriyet Dönemi yapıları tasarlandıkları dönemin ve onu tasarlayan mimarın izini taşımaktadır ve sadece bu özellikleri ile gelecek kuşaklara korunarak, sağlıklaştırılarak aktarılmayı hak etmektedirler.
Bu yapıları bekleyen önemli bir tehlike de ülkemizin afet gerçeğidir. Türkiye bir deprem ülkesidir, sıklıkla yıkıcı depremler olmaktadır. Modern mimarlık ürünlerinin inşa edildikleri dönemlerdeki yapı standartları ve yönetmelikler bugün değişmiştir. Bu yapıları kullananlar deprem riski karşısında korunmasız kaldıkları endişesini taşımaktadırlar. Şu anda geçerli olan deprem yönetmeliğinin hükümlerine, öngördüğü taşıyıcı sistem standartlarına, mevcut yapılarını uydurmaya çalışmaktadırlar. Böylesi bir çaba da mevcut yapıların özgünlüğünü hızla bozmaktadır. 
Gerek yerel yönetimler, gerekse merkezî yönetim tarafından açılan bazı proje yarışmalarında, mevcut yapıların yerine yeni yapılar yapılması veya mevcut yapının korunarak yanına bazı ekler yapılabilmesi gündeme gelmektedir. Bu gibi durumlarda da mevcut yapıların korunması, gerektiğinde güçlendirilmesi gibi konular masraflı, dahası yapılmak istenen görkemli yapıların önünde engel olarak görülmektedir. Bugüne kadar görevini yapmış yapıların, yarışma süreçlerinde yok sayılabileceğinin söylenmesi ve yarışmacıların yönlendirilmesi yaklaşımının da yanlışlığını vurgulamak isterim.
Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı’nın korunması ve değerlendirilmesi bağlamında; bu yapıların koruma kurullarınca tescil edilmelerini savunmak; çağdaş yaşam içinde yer almalarını sağlamak, kullanılmakta olanların bilimsel yöntemlerle onarılmaları için gerekli ilke ve araçları tanımlamak konularında ilgili kamu kurumlarıyla birlikte herkesin çaba göstermesi gerektiğini düşünüyorum.
Turizm ve Kültür’ün Mutsuz Beraberliği
Tarihî çevrenin turizmin hizmetine sunulmasının yol açtığı sorunlara da riskler kapsamında değinmek gerekiyor. “Koruma / Kullanma Dengesi” kavramının bu alanda çok sık kullanıldığı ve kabul edilemez uygulamaları perdelemek adına öne sürüldüğünü gözlüyoruz. Turizm sayesinde kültür varlıklarının restorasyonuna kaynak ayrılabildiği gerçeğini elbette unutmadan, gerek antik sitlerin yönetiminde, gerekse restorasyonunda karşılaştığımız aksaklıkları, duyduğumuz endişeleri dile getirmek isterim. Proje hizmetlerine az pay ayrılması, uzmanlığa saygının belki de en çok arandığı yer olması gereken eski eserlerin restorasyonunda işin gerektirdiği çapta ve çeşitlilikte uzmanın zorunlu tutulmaması, yapıların ehil olmayan kişiler eliyle tehlikeli bir şekilde hırpalanmasıyla sonuçlanmaktadır.
Kentlerimizde sürdürülebilir bir turizm politikasının hayata geçirilmesi, planlama/mimarlık/kent yönetim üçlüsünün eşgüdüm içinde olmasını, verimli ve geleceğe yönelik akılcı gelişme hedefleri olan bir anlayışın benimsenmesini gerektirmektedir. Çok zengin bir kültüre sahip olan Türkiye, geçmişini ortaya çıkartmanın yanı sıra, bugünü geleceğe taşımak açısından da yalnız turizm adına değil, kendi insanı adına da nitelikli çevreler oluşturmak zorundadır. Kentin turizmle birlikte gelişmesi, kentlilerin sahip oldukları doğal ve kültürel varlıkların evrensel kültürün bir parçası olarak ne kadar değerli olduklarını hissetmeleri, bu sürecin kültür varlıklarını tüketerek değil, koruyarak, yaşatarak, sağlıklaştırarak sürdürülebileceğini fark etmeleri önemlidir.   
Kentlerin turistik bir meta olarak pazarlanması değil, öncelikle kentliler için yaşanılır olması, altyapısının, sosyal donatı alanlarının, ulaşımının çözülmüş olması, yeşil alanlarının çokluğu ve iyi işlenmiş olması başlı başına bir zenginliktir ve kenti gezmeye gelenlere o kentte yaşama isteği uyandırır. Denizi, güneşi, ören yerlerinin görülmesi bahasına katlanılan sıkıntılar değil, kentlilerin mutluluğu hatırlanmalıdır. Ancak böylesi bir çevre düzeni yaratabilmişsek turizmle kültürün mutlu bir evliliğini becerebilmişiz demektir. 
Yapılı Çevrenin Oluşturulması Sorumluluğu
Yapı ve yapılı çevre üretiminde ülkemizde en büyük işveren günümüzde de devlettir. Kamu yapılarının kentlerimizin imajındaki belirleyici rolünü gözlemek bile kamu yönetiminin yapılı çevrenin oluşumundaki rolünü vurgulamamız için yeterli olabilir. Kamunun sadece kendi yapılarının oluşturulmasında değil, yapılı çevrenin üretilmesinin yasal çerçevesini belirlerken ve bunu denetlerken gösterdiği başarı veya başarısızlık da kentlerimizin şekillenmesindeki en önemli etken olmaya devam ediyor. Bunun günümüzdeki en önemli araçlarından birisi olarak, bugüne kadar yüz binlerce konut üreten veya üretilmesini örgütleyen TOKİ’yi hatırlamamız yeterli. Bu uygulamalardaki yer seçimi sorunları gibi önemli aksaklıkları bir tarafa bırakarak sadece “çok hızlı bir şekilde konut üretmek gerekir” düşüncesinden hareketle ülkenin her yerini birbirine benzer tip projelerle doldurmasına bu kapsamda değinebiliriz. Bugün TOKİ eliyle oluşturulan sitelerin kentle bütünleşmeyen, kentle organik olarak eklemlenememiş yerleşmeler olduğunu görüyor; oluşturulmak istenen farklı bir yaşama kültürünün izlerini buluyoruz. Sadece konut yapılarıyla büyüyen “obez” kentlerin sıradan ekleri haline dönüşen bu alanlarda kişinin benimseyeceği, kendi rengini, farkını ekleyebileceği özel tanımlı bir köşenin dahi olmaması, kişinin yakınlarına evini tarif ederken dahi zorlanabilmesi, özel olarak incelenmesi gereken bir sosyal problem olarak gündemimizde durmaktadır. 
Merkezî yönetimin ilgili bakanlık eliyle Sürdürülebilir Avrupa Kentleri İçin Leipzig Şartı çalışmalarına katıldığını ve sağlıklı kentleşmenin ilkelerini belirleyen bu belgeyi 24 Mayıs 2007 tarihinde Avrupa ülkelerinin kentsel gelişim ve bölgesel uyumdan sorumlu bakanlarıyla birlikte imzaladığını biliyoruz. Leipzig Şartı, mimari kalitenin sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasındaki rolünü vurgulaması ve hükümetleri bu rolü dikkate almaya çağırması bakımından önem kazanıyor. Kamu yönetiminin imzalanan bu tarz belgelere, gösterilen iyi niyet yaklaşımlarına rağmen mimariye, kente yapılan müdahalelere yönelik tavrında kayda değer olumlu bir gelişme gözlemleyemediğimizi de belirtmemiz gerekiyor. 
Kentlerimizdeki yapılı çevreyi belirleyen en önemli etkenlerden bir diğeri de yerel yönetimlerdir. İmar uygulamalarının yol göstericisi, denetleyicisi olmalarının yanı sıra bizzat yapı üreten bir kurum olarak da yerel yönetimlerin önemi büyüktür. Kamu yönetiminden yapı üretilmesi kapsamında yakın zamana kadar uygulanagelen yöntemlerin geliştirilmesi ve daha iyiye evrilmesi yönünde gayret göstermelerini beklerken tam tersi bir sürecin yaşandığını gözlediğimizi üzülerek ifade etmek isterim. Yerel yöneticilerin ve kamu yöneticilerinin niteliksiz fantezileri kentlerimizi şekillendirmektedir. Üstelik buna bir de ideolojik kılıf geçirilmiş, tarihî referanslarla donatılmış yapılar rağbet görür olmuştur. Modern mimarimizin seçkin ürünleri birer birer yerlerini eskinin kötü taklitlerine bırakmaya başlamıştır. Kamusal alan düzenlemeleri bizleri utandıracak bir beğeni düşüklüğünü göstermektedir. Yerel yöneticilerimiz, kentlerinin yıllar içerisinde oluşan kimliğini kendince şekillendirmeye, kendisine yakışacağını düşündüğü bir geçmişi tasarlatmaya kalkışmaktadır. Bu uygulamanın, bu niyet gösterisinin küçük belediyelerle sınırlı olmadığını, İstanbul’daki trafolarımızın gülünç durumu gösteriyor. Yakın zamana kadar kendi hallerinde birer tesisat kutusu iken, kimin beğenisi ve kararıyla olduğu bilinmez bir şekilde trafolarımız rüküşleştirildi. Şimdi yeni çehreleriyle her köşe başında karşımıza çıkıyor, bizleri utandırıyor.
Adliye binalarının, TOKİ eliyle üretilen konutların cephelerinde Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden izler bulunması adeta bir kural haline getirilmiş durumda. Yarışmayla elde edilen kamu yapılarının uygulama aşamalarında bile yöneticilerin müellif mimara baskı yaparak bina cephelerinin geleneksel tarza dönüştürülmesini talep ettiklerini duyuyoruz. Kamunun, yerel yönetimlerin sadece kendi idari yapılarının oluşumunda değil, yönetiminden sorumlu oldukları bölgenin konut dokusunun da belirli bir tarihe referans verecek şekilde tasarlanmasını istemelerine, mimarlara bu yönde telkinde bulunmalarına, hatta yer yer estetik kurullar oluşturarak baskıyı sistemleştirmeye çalışmalarına daha sık rastlamaya başladığımızı belirtmek isterim. Ankara Esenboğa havaalanı yolu üzerinde, oldukça geniş bir bölgede farklı zamanda ve farklı mimar elinden çıkmış yüzlerce binanın cephelerinin prestij yolu yapma iddiasıyla tektipleştirildiğini görüyoruz. Neredeyse bir kışla mimarisi etkisi yaratan bu uygulamanın, yönetimlerin nasıl bir mimari özlem içerisinde olduğunu göstermesi bakımından da ilginç yorumlara açık olduğunu belirtmek isterim. 
Kendisine niye gösterişli bir yapı yapma konusunda böylesine ısrar ettikleri sorulduğunda bir belediye başkanı; “her yönetim hükümran olduğu bölgede bir eser bırakmayı, tarih boyunca eseriyle anılmayı ister” diye cevaplamıştı. Bu yaklaşım belki yönetim kadrolarını motive etmeyi sağlayan önemli bir etken olarak görülebilir, ama yönetimin ne şekilde anılmak isteyeceğine sadece kendi kültürel birikimiyle karar verebilmesi, üstelik bunu kentliler ve meslek örgütleri gibi diğer mekanizmalar tarafından sorgulanmasına dahi izin vermeden gerçekleştirebilmesi kabul edilebilir mi? Kentlerimiz her gelen yönetimin istediğini yapabileceği boş bir arsa mıdır?
Yerel yönetimlerin geleceğe bırakmak istedikleri eserlerin, neden hep gösterişli yapılarla sınırlı olduğunu sorgulamak gerektiğini de düşünüyorum; örneğin kentlerin gösterişli meydanlara da ihtiyacı yok mudur? Tarih boyunca kentlerin toplumsal yaşamında önemli bir rol oynayan meydanlar, günümüzde sadece araç trafiğini kolaylaştıran boş alanlar olarak görülmekte ve ne yazık ki kentin toplumsal yaşamının merkezi olamamaktadır. Geleneksel yerleşimlerde toplumsal anlam içeren organik kentsel dokunun, geçmişteki kullanımlarıyla kamusal mekânların yaşamın önemli bir parçası olduğunu biliyoruz. Meydanlar kentsel yapının en belirgin bileşenleridir, kent dokusu içinde adeta psikolojik dinlenme yerleri olarak tanımlanmaktadır. Meydanlardaki sanat uygulamalarının, kentsel kimliği güçlendiren, bulundukları mekânın imgesini ve okunabilirliğini sağlayan bir anlamı vardır. Oysa kentlerimizin bugünkü durumlarına baktığımızda, kamusal mekânların kentin kalbi olma özelliğini yitirdiğini görüyoruz. Yeni oluşturulan bölgelerde kamusal mekânlar, binalar tasarlandıktan sonra geride kalan, anlamsız alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Rastgele biçimlenen yeni yerleşim bölgelerindeki işlevsiz boşluklar ve dengesiz alan kullanımları nedeniyle bugün kentsel kimlikten yoksun bir görünüm egemen hale gelmiştir. Kentliler yaratılan dev boyutlu yapıların arasında kendi kendine oluşan, çoğu tanımsız kentsel mekânlarda ezilip kaybolan bireyler haline geliyorlar. Kentlileşme olgusu, böylesi bir yabancılaşma ortamında giderek belirsizleşiyor. Kentleşme sürüyor, ancak böyle kentsel mekânlarda kentlileşme kolay olmuyor.
Şimdilerde ise bir başka güç odağının, uluslararası emlak kuruluşlarının, ellerindeki büyük mali kaynaklarla kentlerimizi şekillendirecek, mimarimizi derinden etkileyecek müdahalesine tanıklık ediyoruz. Özellikle İstanbul’da kentin en önemli alanları, yabancı yatırımcılara cazip imar koşullarıyla devrediliyor. Sadece yeşil alanların, endüstri arkeolojisi kapsamında değerlendirilebilecek yapıların imara açılması değil, çöküntü bölgesi haline gelen pek çok tarihî bölgenin de oturanların ötelenmesi ve bölgenin insansızlaştırılmasıyla satışa çıkarıldığını gözlüyoruz. Tarlabaşı ve Balat gibi semtler için üretilen planların bölgede yaşayanların yaşam kalitesini yükseltecek, yaşam çevrelerini düzenleyecek bir yaklaşım yerine, yatırımcının yatırım maliyetini karşılayabilecek, bu düzenlemenin bedelini ödeyebilecek bir kesime yönelik tasarlandığını görüyoruz. Bu çalışmalarda eski yapıların restorasyonu ve yeniden kullanımından söz edemiyoruz; geçmişin imitasyonu olarak kurgulanmış ortamlar yaratılmaktadır. Buradaki yaklaşımın Sulukule’nin yıkılarak yerine prestijli Osmanlı Konakları yapılmasından çok farklı bir yanı olduğunu söyleyemeyiz. Yıllar içerisinde farklı kültürel katmanlarla zenginleşmiş kent dokularının hoyratça tahrip edilmesi, bu tahribatın mimari eliyle estetize edilmesi sürecini yaşıyoruz. 
Kentlerimiz, Kentliler ve Kentlilik Bilinci
Kentlerimiz bunca sorunun altından nasıl kalkacaktır, bunca risk ne şekilde bertaraf edilecektir? Geleceğin sağlıklı, yaşanılır kentleri nasıl oluşturulacaktır? Bu aşamada kentlilik kültürünün ve bilincinin üzerinde durmamız, bu konuyu irdelememiz gerekiyor.
Kentleri yaşanılır kılan, yaşam kalitesini yükselten, yaşayanları mutlu eden kriterler vardır. Bunlar, kentin korunan ve yaşatılan tarihî mimarisi, çağı yansıtan yapıları, insanca ve etkin ulaşım sistemi, yürüme ve bisiklet yolu ağları, yeşil alanlar, buluşma yerleri, meydanlar gibi öğelerdir. Avrupa Konseyi’nin kentsel politikalarından yola çıkarak oluşturulan ve Avrupa Yerel Yönetimler Konferansı'nda Mart 1992'de kabul edilen ve Mayıs 2008’de yenilenen Avrupa Kentsel Şartı’nda yaşanabilir kent; Kentli haklarını koruyan; En iyi yaşam koşullarını sağlayan; Halkına iyi bir yaşam biçimi sunan; Değerini orada yaşayan, ziyaret eden, çalışan ve ticaret yapan, eğlence, kültür ve bilgiyi orada arayan ve eğitim görenlerden alan; Trafik, yaşam, çalışma, dinlence gereksinimleri gibi birçok sektör ve aktiviteyi bir arada uyum içinde barındıran yaşam yeri olarak tanımlanmıştır. Belgede kentlerin aynı zamanda modern gelişmeyle tarihî mirasın korunması arasında dengeyi kurabilmesi, eskiyi tahrip etmeden yeniyle bütünleştirmesi ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerini sağlayabilmesi gerekliliği belirtilmektedir.
Yerin kimliği kavramı “bir kişinin bir yeri diğer yerlerden ayırabilmesini, tanıyabilmesini sağlayan nitelikler” bütünü olarak tanımlanmaktadır. İnsan ve mekân arasında bağ kurmak, kentsel yaşam kalitesinin yükseltilmesinin önemli bir öğesidir. Bu mekânlar insanların, ilişki kurabilecekleri, bağlanabilecekleri, aidiyet hissedebilecekleri; kendileriyle özdeşleştirebilecekleri, hatırlayacakları, özleyecekleri yerlerdir.
Bir kentin gerçek sahibi; o kentte yaşayan, kentle bütünleşen ve kendisini kente ait hisseden kişilerdir. Kentlilerin yaşadıkları kentin farkına varmalarını, tanımalarını sağlamak, kentlerimizin geleceği ve sahiplenilmesi açısından önemli. Tanıma, öğrenme, benimseme, sahiplenme ve koruma konularının birbirini tamamlayan bir süreç olarak gelişebileceğini görmemiz gerekiyor. Kentlilik bilinci kavramı ile ifade edilmek istenen, kentte yaşayanların kentle bütünleşmesi, kendini kente ait hissetmesi ve dolayısıyla yaşadığı kente karşı sorumluluk duymasıdır. Kentlilik bilinci, kentsel yaşamı ve kentsel yaşam kalitesini savunmayı ve sahiplenmeyi gerektirir. Bu sahiplenmenin vazgeçilmez aşaması da sürdürülebilir bir kentsel yapının ve kentsel yaşam kalitesinin aranması duygusunun oluşturulmasından geçmektedir.
Kentin belleğinin korunması, kentsel yaşam kalitesinin artırılması kapsamında nelerin yapılabileceğine yönelik pek çok şey gündeme gelebilir. Öncelikle bu konularının topluma rağmen değil, toplumla birlikte ele alınması ve işlenmesinin önemini vurgulamak isterim. Toplumla birlikte kentleşme sorunlarının tartışılması; topluma yönelik yayınların, duyuruların yapılması; toplumun kentleşmeyle ilişkisinin geliştirilmesi önem kazanıyor. Bunun bir ayağı da her yaştan çocuğa yönelik kentlilik kültürünün, kentine ve çevreye karşı duyarlılığın oluşturulmasına ilişkin çalışmaların hayata geçirilmesidir.
Kentlilerin yaşadıkları sokakların isimlerine de sahip çıkmaları gerekir. Sokak isimlerinin çok sık değiştirilmesi kent belleğinin sürekliliğini zedelemektedir. Ne yazık ki ülkemizde sokak, mahalle, köy, hatta kentlerin isimleri sürekli değişmektedir. Bunun yanlışlığını vurgulamak ve yerel yönetimlerin sokak isimlerini değiştirmek yerine yeni açılan sokaklara ve semtlere uygun görecekleri isimleri vermelerinin yerinde olacağını belirtmek isterim. Bunun yanı sıra mevcut sokak isimlerinin nereden kaynaklandığına ilişkin bir açıklamanın sokak tabelalarının altına konması kentlilik bilincinin gelişmesi açısından yararlı olacaktır. Yerel tarih çalışmaları çerçevesinde sokak isimlerinin tarihine yönelik ülkemizde yapılan başarılı çalışmalar vardır.
Somut olmayan kültürel miras çalışmalarının kentin belleğinin korunması kapsamındaki önemine değinmek gerektiğini düşünüyorum. UNESCO özellikle küçük kentlere yönelik yapılacak derlemelerin ortak kent bilincinin oluşmasında önemli bir etken olacağını vurgulamaktadır. Bunlar bayramlarımız, düğünlerimiz, ortak acı ve sevinçlerimizi paylaşma ritüellerimizdir. Günlük konuşma kültürümüzdür. Bunların derlenmesi ve paylaşılması gerekir.
Kentlerimizi Geleceğe Hazırlamak
Kentlerimizin iyi yönetilmesini beklemek; yöneticilerimizin kültürel ve tarihî mirasımızın korunması konusunda duyarlı davranmasını beklemek elbette hakkımızdır. Kentin çağdaş gerekliliklerinin yerine getirilmesinin yanı sıra bu zengin birikime yönelik doğru politikalar belirlenmesini, seçtiğimiz yöneticilerin doğru kararlar almalarını ve uygulamalarını beklemek elbette haklı bir beklentidir. Ancak bunun yeterli olmadığını bilmemiz, temsili demokrasinin yanı sıra katılımcı demokrasinin daha etkin bir şekilde hayata geçirmenin yollarını bulmamız, buna bağlı olarak da katılımcılık kültürünün geliştirilmesini önemsememiz gerekiyor. Katılımcılık bir kültürel birikim sorunudur; kentlilerin kentle ilgili konulara duyarlı olabilmelerinin yanı sıra, katılımın sağlanacağı araçların oluşturulmasıyla mümkün olabilir.
Geleceğin sağlıklı, yaşanılır kentlerini birlikte oluşturabiliriz. Ortak aklın aranması; yapılı çevrenin oluşumunda yer alan herkesin bir parçası olduğu sorumluluk zincirinin kurulması; bilginin, kültürün egemen olabilmesi pekâlâ mümkündür. Yeter ki istensin, yeter ki nereye gittiğimizin farkına varalım.

28 Şubat 2013 / Etiket: Kent Kültürü

Aydın Köymen’in anısına her yıl Kavaklıderem Derneği ve Aydın Birlikteliği’nin ortak girişimi olarak “Ülkem, Kentim, Semtim / Aydın Köymen Yazı Yarışması” düzenleniyor. Bu yarışmanın üçüncüsünün konusu “Kentlerde Siyasetin Tarihle İlişki Kurma Ahlakı Nasıl Geliştirilmelidir?” olarak belirlenmişti. Bu metin yarışmada üçüncülük ödülünü aldı ve bir broşür olarak yayımlandı.


Yazı daha sonra “Bugünden, İki Aylık Kültür ve Sanat Dergisi”nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 14. sayısında da yer aldı. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder