Kentler zamanla
değişiyor; zamanla her şey değişiyor, yaşama kültürümüz değişiyor, kültürümüzün
mekânsal karşılıkları değişiyor. Değişimi reddetmek, geçmiş nostaljisi yapmak,
hiçbir zaman var olmamış bir altın döneme ağıt yakmak yerine değişimi anlamak
ve yorumlamak; bunlara dayanarak da geleceği kurgulamak gerekiyor.
“Değişmemek ya
da değişmeye direnmek değişmemek değil, bir başka türlü değişmektir” denir.
Ancak değişimin bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi; her şey değişebilirdi,
bütün bu söylediğimiz şeyler doğal olarak değişebilirdi, ama kaybettiğimiz
mekânsal hafızanın bedeli bu kadar ağır olmayabilirdi. Bugün kendi
çocukluğumuzdaki mekânları çocuğumuza gösteremiyoruz; torunumuza hiç gösteremeyeceğiz.
Biz geleneksel çevrelerimize, yapılarımıza, konut dokularımıza çağdaş konforu
koyabilir, bunun nasıl yapılacağını yaygın ve etkin bir şekilde gösterebilirdik
ya da bu geleneksel konutların yanı başında, onlara komşuluk edecek çağdaş
konutları daha iyi yapabilirdik.
Bu süreç
içerisinde sadece kamusal mekânlar değil, evlerimizin iç düzeni, evi kullanma
biçimleri değişmiştir. Geleneksel üretim yapısı, ev içindeki çalışma düzeni
değişmiştir. Evlere, mutfaklara pek çok yeni alet girmiş, yemek hazırlama ve
tüketme kültürü değişmiştir. Birkaç on yıl gibi çok kısa bir sürede “yüklükten
dolaba, yer yatağından karyolaya, sedirden kanepeye, koltuğa, yer sofrasından
masaya” geçilmiştir. En önemli aktör olarak da televizyon evimizde başköşeye yerleşmiştir.
Bütün bunların ve burada değinilmeyen etmenlerin sonucunda özlemlerimiz, konfor
arayışımız değişmiştir. Benzer şekilde kentten, kent yönetiminden beklentimiz
de değişmiştir.
Yerel yönetimler, kentlerini gelişen
üretim ve günlük yaşam koşullarına göre biçimlendirmeye, altyapıyı günün
ihtiyaçlarına göre düzenlemeye uğraşırlarken artık başka bir gündemleri de
olduğunun farkına varmaya başlamışlardır. Kenti geleceğe hazırlarken kentin
geçmiş birikimini bir yük olarak değil, bir zenginlik olarak görmek ve göstermek
gerektiğinin farkına varmışlardır. Bu kapsamda ülkemizdeki ve dünyadaki
başarılı örneklerin özendirici etkisini, Tarihî Kentler Birliği’nin bu
çalışmalara önemli katkısı olduğunu da belirtebiliriz. Elbette bütün
kentlilerin ve yöneticilerin aynı duygudaşlıkla hareket etmediği gerçeğini de
görmemiz, tarihî ve kültürel mirasımız üzerindeki riskleri irdelememiz
gerekiyor.
Koruma Kültürünün Yeterince Benimsenmemesi
Koruma kültürü
ile ilgili konuların önemsenmesi ve uzmanlarının görüşlerinin olumlu anlamda
farklılaşması sürecini yaşıyoruz. Çok uzun olmayan bir geçmişe kadar sadece
anıt eserlerin, camilerin, mabetlerin, sarayların ve benzeri yapıların
korunması söz konusu iken bugün koruma kültürünün tek yapı ölçeğinden, anıtsal
yapılardan kentsel sit alanlarının, sivil mimarinin korunmasına doğru
evrildiğini büyük bir memnuniyetle gözlüyoruz. Değişik nedenlerle bazı
değerlerini yitirmiş bu bölgelerin kentler için bir sorun yumağı gibi
görülmemesi, bir zenginlik olarak algılanması ve hak ettiği özende çözüm
üretilmesi, kaynak ayrılarak sağlıklaştırılmaları ve çağdaş kullanımlarla kent
yaşamına katılmaları gündeme gelmiştir.
“Gelecek,
geçmişin yok edilmesi pahasına yaratılamaz”. 1975 Avrupa Mimari Miras Yılında
yayımlanan Amsterdam Bildirisi’nin bu
özlü sözü her zaman bize rehber olmalıdır. Kültürel miras kapsamında
değerlendirilmesini istediğimiz yapıların ve tarihî çevrelerin, gelecek
kuşaklara sağlıklaştırılarak devredilmesi gereken, bize emanet edilmiş birer
kültür varlıkları olduğunu görmemiz ve o duyguyla bunlara yaklaşmamız
gerekmektedir. Önemli olan, önceki nesillerin yapıtlarını, ürünlerini görerek
insanlığın evrimini anlamak, zaman içinde nerede olduğumuzu kavramaktır.
Koruma
kültürünün ülkemizin genel kültür politikasının bir parçası olması gerektiğini
düşünüyorum. Her toplumun kendi kültür varlıklarını savunmak hakkı ve görevi
vardır; çünkü toplumlar kimliklerini, kendileri için esin kaynağı olan bu
değerlerde bulurlar. Bu hakkın kullanılması ve bu görevlerin yerine
getirilmesi, ancak doğru bilgilere dayalı ve yaşamın doğal parçası haline
gelmiş yaygın bir koruma kültürünün varlığı ile gerçekleşebilir.
Öte yandan koruma
olgusunun geniş halk kitlelerince benimsendiğini söyleyemiyoruz. Kültürel
mirasa sahiplenme ne yazık ki, toplum katmanlarında bir yaşam biçimi haline
gelememiştir. Koruma bir kalkınma faktörü olarak değil, aksine yatırımları
engelleyen, kentlerimizin mekânsal gelişimine olanak sağlamayan bir olgu olarak
görülmektedir. Şüphesiz ki bu anlayışın arkasında hızlı kentleşme, kent merkezlerindeki
rantın giderek artması, kültürel varlıkların günümüz yaşamına uyarlanarak
kullanılabileceği ilkesinin benimsenmemesi gibi hususlar bulunmaktadır.
Kentsel sit
alanlarının müzecilik anlayışıyla korunması, her yapının müzeye dönüştürülmesi elbette
mümkün değildir. Böylesi bir tarihî dokunun korunması, ancak içindeki hayatın
sürmesiyle mümkün olabilir. Bu aşamada da pek çok sorunla karşı karşıya
kalıyoruz. Eski’de yaşamını sürdürenler için aynı yerde kalma isteği söz konusu
değildir. Onlar için eski köhnedir, maddi olanaksızlıktan oradadırlar,
özlemleri yeniyedir. Bu eğilim ise tarihî kent merkezlerinin korunmasının bir
eskiye dönüş, pahalı, elitist bir davranış olarak görülmesine neden olmaktadır.
Yönetimlerin sosyal içerikli proje desteği vermeleri, katılımı özendirmeleri
böylesi alanların sağlıklaştırılarak yaşatılması için vazgeçilmez bir
gerekliliktir.
Farklı kullanım
amaçlarıyla yapıların yeniden gündeme gelmesi önümüze bambaşka ufuklar açmakta,
yeni seçenekler, yeni olanaklar sunmaktadır. Yeni işlev kazandırılarak toplum
hayatına katılması sağlanan yapılardaki restorasyonların, yeni fonksiyonların
gereklerini ve çağdaş konforu sağlamasıyla, ayrıca da yapının orijinal halinin
okunabilmesini olanaklı kılmasıyla başarıya ulaşabileceğini düşünüyorum. Pek
çok yerel yönetim bu alanda hızlı hareket etmek, sorunların üzerinden atlamak
için aceleci davranmakta, dolayısıyla hata yapmakta; hatalı restorasyonlara göz
yumulmaktadır. Bazı yerlerde restorasyon adı altında neredeyse yeniden yapılan
Selçuklu eserleri karşımıza çıkmaktadır.
Tarihte
Seçmecilik Yapılması
Bir başka
önemli sorun da kültürel mirasımıza sahiplenme kapsamında ortaya çıkmaktadır. Bazı
yerel yöneticilerimizin ideolojik yaklaşımlarla seçmeci davrandığını görüyoruz.
Bu giderek daha sık karşılaştığımız bir tehlike. Yerel yönetimler
Osmanlılaştırma gibi Selçuklu eserleri yapma gibi bir yaklaşım içerisine
giriyorlar. Bunun tehlikeli bir gidiş olduğunu belirtmek isterim. Kent ve kent
tarihiyle ilgili anlatımlarda, ele alınan projelerde tarihe seçmeci bir
anlayışla yaklaşılmasının ortak kültürel birikime zarar verdiğini, bunun
neticesinde bir kısım kültürel birikimin ötekileştirilmesine, dışlanmasına yol
açtığını görüyoruz. Üzerinde yaşadığımız topraklarda binlerce yıldır değişik
medeniyetler yaşamış ve kültürel izlerini bırakmışlardır. Bunlar bize emanet
edilmiş, tüm insanlığa ait koruması ve sağlıklaştırarak gelecek kuşakları
aktarması gereken kültür varlıklarıdır, gurur kaynağımızdır. Bazı dönemlere ait
eserlerin korunmasına önem vermek, diğerlerinin yok olmasına aldırmamak nasıl
bir kültürel zenginliğe sahip olduğumuzu anlamadığımızı göstermekte, bizi
zayıflatmaktadır. Oysa bu topraklardaki her türlü kültür birikimi bizimdir, tüm
insanlığındır.
Cumhuriyet Dönemi Mimarisi Risk Altında
Mimari mirasın korunması ve geliştirilmesi
kapsamında doğal olarak Cumhuriyet Dönemi mimarlığına da değinmemiz gerekiyor. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, başta Ankara olmak üzere, pek
çok Anadolu kentinin yeniden imarı gündeme gelmiş, yüzünü geleceğe çeviren yeni
yönetim geçmişten kopuşu, geleceğin toplum yapısını simgeleyen modern mimari
ürünlerini tercih etmiştir. Pek çok Anadolu kentinde, özellikle Batı Anadolu
kentlerinde 20. yüzyılın ortalarında kadar çok seçkin modernist yapılar
yapılmış; yönetim yapıları için açılan yarışmalarla edinilen projeler,
kentlerimizin prestij yapılarını belirlemiştir. Keza bu dönemde
gerçekleştirilen özel konut yapılarının örneklerini hâlâ daha görmemiz
mümkündür. Ne yazık ki, her geçen gün bu yapılardan birisi daha sessiz sedasız
yıkılmaktadır. Türkiye’de
binaların ömrü kendi doğal ömürlerinden kısa olmaktadır. Arazi rantının
yüksekliği, kent topraklarının aşırı kıymetlenmesi, yapıların doğal ömrünü
tamamlamasına olanak vermemektedir. Mimari
mirasımızı koruma konusundaki deneyimlerimizin artmasına, korumaya daha fazla
parasal kaynak ayrılmasına rağmen, koruma kültürünün yeterince oluşmaması
nedeniyle bu mirasın hırpalanması önlenememektedir. Bu tahribattan en fazla
etkilenenlerin Cumhuriyet Dönemi yapıları olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet
Dönemi Mimarlığının en özgün yapıtlarını bünyesinde barındıran Ankara başta
olmak üzere, ülkemizin birçok kentinde bu olumsuzluğun izlerini görmemiz
mümkündür. Oysa Cumhuriyet Dönemi yapıları tasarlandıkları dönemin ve onu
tasarlayan mimarın izini taşımaktadır ve sadece bu özellikleri ile gelecek
kuşaklara korunarak, sağlıklaştırılarak aktarılmayı hak etmektedirler.
Bu yapıları bekleyen önemli bir tehlike de ülkemizin
afet gerçeğidir. Türkiye bir deprem ülkesidir, sıklıkla
yıkıcı depremler olmaktadır. Modern mimarlık ürünlerinin inşa edildikleri
dönemlerdeki yapı standartları ve yönetmelikler bugün değişmiştir. Bu yapıları
kullananlar deprem riski karşısında korunmasız kaldıkları endişesini
taşımaktadırlar. Şu anda geçerli olan deprem yönetmeliğinin hükümlerine,
öngördüğü taşıyıcı sistem standartlarına, mevcut yapılarını uydurmaya
çalışmaktadırlar. Böylesi bir çaba da mevcut yapıların özgünlüğünü hızla
bozmaktadır.
Gerek yerel
yönetimler, gerekse merkezî yönetim tarafından açılan bazı proje yarışmalarında,
mevcut yapıların yerine yeni yapılar yapılması veya mevcut yapının korunarak
yanına bazı ekler yapılabilmesi gündeme gelmektedir. Bu gibi durumlarda da
mevcut yapıların korunması, gerektiğinde güçlendirilmesi gibi konular masraflı,
dahası yapılmak istenen görkemli yapıların önünde engel olarak görülmektedir.
Bugüne kadar görevini yapmış yapıların, yarışma süreçlerinde yok
sayılabileceğinin söylenmesi ve yarışmacıların yönlendirilmesi yaklaşımının da yanlışlığını
vurgulamak isterim.
Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı’nın korunması ve değerlendirilmesi
bağlamında; bu yapıların koruma kurullarınca tescil edilmelerini savunmak;
çağdaş yaşam içinde yer almalarını sağlamak, kullanılmakta olanların bilimsel
yöntemlerle onarılmaları için gerekli ilke ve araçları tanımlamak konularında
ilgili kamu kurumlarıyla birlikte herkesin çaba göstermesi gerektiğini
düşünüyorum.
Turizm ve Kültür’ün Mutsuz Beraberliği
Tarihî çevrenin
turizmin hizmetine sunulmasının yol açtığı sorunlara da riskler kapsamında değinmek
gerekiyor. “Koruma / Kullanma Dengesi” kavramının bu alanda çok sık
kullanıldığı ve kabul edilemez uygulamaları perdelemek adına öne sürüldüğünü
gözlüyoruz. Turizm sayesinde kültür varlıklarının restorasyonuna kaynak
ayrılabildiği gerçeğini elbette unutmadan, gerek antik sitlerin yönetiminde,
gerekse restorasyonunda karşılaştığımız aksaklıkları, duyduğumuz endişeleri dile
getirmek isterim. Proje hizmetlerine az pay ayrılması, uzmanlığa saygının belki
de en çok arandığı yer olması gereken eski eserlerin restorasyonunda işin
gerektirdiği çapta ve çeşitlilikte uzmanın zorunlu tutulmaması, yapıların ehil
olmayan kişiler eliyle tehlikeli bir şekilde hırpalanmasıyla sonuçlanmaktadır.
Kentlerimizde
sürdürülebilir bir turizm politikasının hayata geçirilmesi, planlama/mimarlık/kent
yönetim üçlüsünün eşgüdüm içinde olmasını, verimli ve geleceğe yönelik akılcı
gelişme hedefleri olan bir anlayışın benimsenmesini gerektirmektedir. Çok
zengin bir kültüre sahip olan Türkiye, geçmişini ortaya çıkartmanın yanı sıra,
bugünü geleceğe taşımak açısından da yalnız turizm adına değil, kendi insanı
adına da nitelikli çevreler oluşturmak zorundadır. Kentin turizmle birlikte
gelişmesi, kentlilerin sahip oldukları doğal ve kültürel varlıkların evrensel
kültürün bir parçası olarak ne kadar değerli olduklarını hissetmeleri, bu
sürecin kültür varlıklarını tüketerek değil, koruyarak, yaşatarak,
sağlıklaştırarak sürdürülebileceğini fark etmeleri önemlidir.
Kentlerin turistik
bir meta olarak pazarlanması değil, öncelikle kentliler için yaşanılır olması,
altyapısının, sosyal donatı alanlarının, ulaşımının çözülmüş olması, yeşil
alanlarının çokluğu ve iyi işlenmiş olması başlı başına bir zenginliktir ve
kenti gezmeye gelenlere o kentte yaşama isteği uyandırır. Denizi, güneşi, ören
yerlerinin görülmesi bahasına katlanılan sıkıntılar değil, kentlilerin
mutluluğu hatırlanmalıdır. Ancak böylesi bir çevre düzeni yaratabilmişsek
turizmle kültürün mutlu bir evliliğini becerebilmişiz demektir.
Yapılı
Çevrenin Oluşturulması Sorumluluğu
Yapı ve yapılı çevre üretiminde ülkemizde en büyük işveren
günümüzde de devlettir. Kamu yapılarının kentlerimizin imajındaki belirleyici
rolünü gözlemek bile kamu yönetiminin yapılı çevrenin oluşumundaki rolünü
vurgulamamız için yeterli olabilir. Kamunun sadece kendi yapılarının
oluşturulmasında değil, yapılı çevrenin üretilmesinin yasal çerçevesini
belirlerken ve bunu denetlerken gösterdiği başarı veya başarısızlık da
kentlerimizin şekillenmesindeki en önemli etken olmaya devam ediyor. Bunun
günümüzdeki en önemli araçlarından birisi olarak, bugüne kadar yüz binlerce
konut üreten veya üretilmesini örgütleyen TOKİ’yi hatırlamamız yeterli. Bu
uygulamalardaki yer seçimi sorunları gibi önemli aksaklıkları bir tarafa
bırakarak sadece “çok hızlı bir şekilde konut üretmek gerekir” düşüncesinden
hareketle ülkenin her yerini birbirine benzer tip projelerle doldurmasına bu
kapsamda değinebiliriz. Bugün TOKİ eliyle oluşturulan sitelerin kentle
bütünleşmeyen, kentle organik olarak eklemlenememiş yerleşmeler olduğunu
görüyor; oluşturulmak istenen farklı bir yaşama kültürünün izlerini buluyoruz.
Sadece konut yapılarıyla büyüyen “obez” kentlerin sıradan ekleri haline dönüşen
bu alanlarda kişinin benimseyeceği, kendi rengini, farkını ekleyebileceği özel
tanımlı bir köşenin dahi olmaması, kişinin yakınlarına evini tarif ederken dahi
zorlanabilmesi, özel olarak incelenmesi gereken bir sosyal problem olarak
gündemimizde durmaktadır.
Merkezî yönetimin ilgili bakanlık eliyle Sürdürülebilir Avrupa Kentleri İçin Leipzig
Şartı çalışmalarına katıldığını ve sağlıklı kentleşmenin ilkelerini
belirleyen bu belgeyi 24 Mayıs 2007 tarihinde Avrupa ülkelerinin kentsel
gelişim ve bölgesel uyumdan sorumlu bakanlarıyla birlikte imzaladığını
biliyoruz. Leipzig Şartı, mimari kalitenin sürdürülebilir kentlerin oluşturulmasındaki
rolünü vurgulaması ve hükümetleri bu rolü dikkate almaya çağırması bakımından
önem kazanıyor. Kamu yönetiminin imzalanan bu tarz belgelere, gösterilen iyi
niyet yaklaşımlarına rağmen mimariye, kente yapılan müdahalelere yönelik
tavrında kayda değer olumlu bir gelişme gözlemleyemediğimizi de belirtmemiz
gerekiyor.
Kentlerimizdeki yapılı çevreyi belirleyen en önemli
etkenlerden bir diğeri de yerel yönetimlerdir. İmar uygulamalarının yol
göstericisi, denetleyicisi olmalarının yanı sıra bizzat yapı üreten bir kurum
olarak da yerel yönetimlerin önemi büyüktür. Kamu yönetiminden yapı üretilmesi
kapsamında yakın zamana kadar uygulanagelen yöntemlerin geliştirilmesi ve daha
iyiye evrilmesi yönünde gayret göstermelerini beklerken tam tersi bir sürecin
yaşandığını gözlediğimizi üzülerek ifade etmek isterim. Yerel yöneticilerin ve
kamu yöneticilerinin niteliksiz fantezileri kentlerimizi şekillendirmektedir.
Üstelik buna bir de ideolojik kılıf geçirilmiş, tarihî referanslarla donatılmış
yapılar rağbet görür olmuştur. Modern mimarimizin seçkin ürünleri birer birer
yerlerini eskinin kötü taklitlerine bırakmaya başlamıştır. Kamusal alan
düzenlemeleri bizleri utandıracak bir beğeni düşüklüğünü göstermektedir. Yerel
yöneticilerimiz, kentlerinin yıllar içerisinde oluşan kimliğini kendince
şekillendirmeye, kendisine yakışacağını düşündüğü bir geçmişi tasarlatmaya
kalkışmaktadır. Bu uygulamanın, bu niyet gösterisinin küçük belediyelerle
sınırlı olmadığını, İstanbul’daki trafolarımızın gülünç durumu gösteriyor. Yakın
zamana kadar kendi hallerinde birer tesisat kutusu iken, kimin beğenisi ve
kararıyla olduğu bilinmez bir şekilde trafolarımız rüküşleştirildi. Şimdi yeni
çehreleriyle her köşe başında karşımıza çıkıyor, bizleri utandırıyor.
Adliye binalarının, TOKİ eliyle üretilen konutların
cephelerinde Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden izler bulunması adeta bir kural
haline getirilmiş durumda. Yarışmayla elde edilen kamu yapılarının uygulama
aşamalarında bile yöneticilerin müellif mimara baskı yaparak bina cephelerinin
geleneksel tarza dönüştürülmesini talep ettiklerini duyuyoruz. Kamunun, yerel
yönetimlerin sadece kendi idari yapılarının oluşumunda değil, yönetiminden
sorumlu oldukları bölgenin konut dokusunun da belirli bir tarihe referans
verecek şekilde tasarlanmasını istemelerine, mimarlara bu yönde telkinde
bulunmalarına, hatta yer yer estetik kurullar oluşturarak baskıyı
sistemleştirmeye çalışmalarına daha sık rastlamaya başladığımızı belirtmek
isterim. Ankara Esenboğa havaalanı yolu üzerinde, oldukça geniş bir bölgede
farklı zamanda ve farklı mimar elinden çıkmış yüzlerce binanın cephelerinin
prestij yolu yapma iddiasıyla tektipleştirildiğini görüyoruz. Neredeyse bir
kışla mimarisi etkisi yaratan bu uygulamanın, yönetimlerin nasıl bir mimari
özlem içerisinde olduğunu göstermesi bakımından da ilginç yorumlara açık
olduğunu belirtmek isterim.
Kendisine niye gösterişli bir yapı yapma konusunda böylesine
ısrar ettikleri sorulduğunda bir belediye başkanı; “her yönetim hükümran olduğu
bölgede bir eser bırakmayı, tarih boyunca eseriyle anılmayı ister” diye
cevaplamıştı. Bu yaklaşım belki yönetim kadrolarını motive etmeyi sağlayan
önemli bir etken olarak görülebilir, ama yönetimin ne şekilde anılmak
isteyeceğine sadece kendi kültürel birikimiyle karar verebilmesi, üstelik bunu
kentliler ve meslek örgütleri gibi diğer mekanizmalar tarafından sorgulanmasına
dahi izin vermeden gerçekleştirebilmesi kabul edilebilir mi? Kentlerimiz her
gelen yönetimin istediğini yapabileceği boş bir arsa mıdır?
Yerel
yönetimlerin geleceğe bırakmak istedikleri eserlerin, neden hep gösterişli
yapılarla sınırlı olduğunu sorgulamak gerektiğini de düşünüyorum; örneğin
kentlerin gösterişli meydanlara da ihtiyacı yok mudur? Tarih boyunca kentlerin
toplumsal yaşamında önemli bir rol oynayan meydanlar, günümüzde sadece araç
trafiğini kolaylaştıran boş alanlar olarak görülmekte ve ne yazık ki kentin
toplumsal yaşamının merkezi olamamaktadır. Geleneksel yerleşimlerde toplumsal
anlam içeren organik kentsel dokunun, geçmişteki kullanımlarıyla kamusal mekânların
yaşamın önemli bir parçası olduğunu biliyoruz. Meydanlar kentsel yapının en
belirgin bileşenleridir, kent dokusu içinde adeta psikolojik dinlenme yerleri
olarak tanımlanmaktadır. Meydanlardaki sanat uygulamalarının, kentsel kimliği
güçlendiren, bulundukları mekânın imgesini ve okunabilirliğini sağlayan bir
anlamı vardır. Oysa kentlerimizin bugünkü durumlarına baktığımızda, kamusal
mekânların kentin kalbi olma özelliğini yitirdiğini görüyoruz. Yeni oluşturulan
bölgelerde kamusal mekânlar, binalar tasarlandıktan sonra geride kalan,
anlamsız alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Rastgele biçimlenen yeni yerleşim
bölgelerindeki işlevsiz boşluklar ve dengesiz alan kullanımları nedeniyle bugün
kentsel kimlikten yoksun bir görünüm egemen hale gelmiştir. Kentliler yaratılan
dev boyutlu yapıların arasında kendi kendine oluşan, çoğu tanımsız kentsel
mekânlarda ezilip kaybolan bireyler haline geliyorlar. Kentlileşme olgusu,
böylesi bir yabancılaşma ortamında giderek belirsizleşiyor. Kentleşme sürüyor,
ancak böyle kentsel mekânlarda kentlileşme kolay olmuyor.
Şimdilerde ise bir başka güç odağının, uluslararası emlak
kuruluşlarının, ellerindeki büyük mali kaynaklarla kentlerimizi
şekillendirecek, mimarimizi derinden etkileyecek müdahalesine tanıklık
ediyoruz. Özellikle İstanbul’da kentin en önemli alanları, yabancı
yatırımcılara cazip imar koşullarıyla devrediliyor. Sadece yeşil alanların,
endüstri arkeolojisi kapsamında değerlendirilebilecek yapıların imara açılması
değil, çöküntü bölgesi haline gelen pek çok tarihî bölgenin de oturanların
ötelenmesi ve bölgenin insansızlaştırılmasıyla satışa çıkarıldığını gözlüyoruz.
Tarlabaşı ve Balat gibi semtler için üretilen planların bölgede yaşayanların
yaşam kalitesini yükseltecek, yaşam çevrelerini düzenleyecek bir yaklaşım yerine,
yatırımcının yatırım maliyetini karşılayabilecek, bu düzenlemenin bedelini
ödeyebilecek bir kesime yönelik tasarlandığını görüyoruz. Bu çalışmalarda eski
yapıların restorasyonu ve yeniden kullanımından söz edemiyoruz; geçmişin
imitasyonu olarak kurgulanmış ortamlar yaratılmaktadır. Buradaki yaklaşımın
Sulukule’nin yıkılarak yerine prestijli Osmanlı Konakları yapılmasından çok
farklı bir yanı olduğunu söyleyemeyiz. Yıllar içerisinde farklı kültürel
katmanlarla zenginleşmiş kent dokularının hoyratça tahrip edilmesi, bu
tahribatın mimari eliyle estetize edilmesi sürecini yaşıyoruz.
Kentlerimiz, Kentliler ve Kentlilik Bilinci
Kentlerimiz, Kentliler ve Kentlilik Bilinci
Kentlerimiz bunca sorunun altından nasıl kalkacaktır, bunca risk ne
şekilde bertaraf edilecektir? Geleceğin sağlıklı, yaşanılır kentleri nasıl
oluşturulacaktır? Bu aşamada kentlilik kültürünün ve bilincinin üzerinde durmamız,
bu konuyu irdelememiz gerekiyor.
Kentleri yaşanılır kılan, yaşam kalitesini yükselten,
yaşayanları mutlu eden kriterler vardır. Bunlar, kentin korunan ve yaşatılan
tarihî mimarisi, çağı yansıtan yapıları, insanca ve etkin ulaşım sistemi,
yürüme ve bisiklet yolu ağları, yeşil alanlar, buluşma yerleri, meydanlar gibi
öğelerdir. Avrupa Konseyi’nin kentsel politikalarından yola çıkarak oluşturulan
ve Avrupa Yerel Yönetimler Konferansı'nda Mart 1992'de kabul edilen ve Mayıs
2008’de yenilenen Avrupa Kentsel Şartı’nda yaşanabilir kent; Kentli haklarını
koruyan; En iyi yaşam koşullarını sağlayan; Halkına iyi bir yaşam biçimi sunan;
Değerini orada yaşayan, ziyaret eden, çalışan ve ticaret yapan, eğlence, kültür
ve bilgiyi orada arayan ve eğitim görenlerden alan; Trafik, yaşam, çalışma,
dinlence gereksinimleri gibi birçok sektör ve aktiviteyi bir arada uyum içinde
barındıran yaşam yeri olarak tanımlanmıştır. Belgede kentlerin aynı zamanda
modern gelişmeyle tarihî mirasın korunması arasında dengeyi kurabilmesi, eskiyi
tahrip etmeden yeniyle bütünleştirmesi ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerini
sağlayabilmesi gerekliliği belirtilmektedir.
Yerin kimliği
kavramı “bir kişinin bir yeri diğer yerlerden ayırabilmesini, tanıyabilmesini
sağlayan nitelikler” bütünü olarak tanımlanmaktadır. İnsan ve mekân arasında
bağ kurmak, kentsel yaşam kalitesinin yükseltilmesinin önemli bir öğesidir. Bu
mekânlar insanların, ilişki kurabilecekleri, bağlanabilecekleri, aidiyet
hissedebilecekleri; kendileriyle özdeşleştirebilecekleri, hatırlayacakları,
özleyecekleri yerlerdir.
Bir kentin gerçek sahibi; o kentte yaşayan, kentle bütünleşen ve
kendisini kente ait hisseden kişilerdir. Kentlilerin yaşadıkları
kentin farkına varmalarını, tanımalarını sağlamak, kentlerimizin geleceği ve
sahiplenilmesi açısından önemli. Tanıma,
öğrenme, benimseme, sahiplenme ve koruma konularının birbirini tamamlayan bir
süreç olarak gelişebileceğini görmemiz gerekiyor. Kentlilik bilinci kavramı ile ifade edilmek
istenen, kentte yaşayanların kentle bütünleşmesi, kendini kente ait hissetmesi
ve dolayısıyla yaşadığı kente karşı sorumluluk duymasıdır. Kentlilik bilinci,
kentsel yaşamı ve kentsel yaşam kalitesini savunmayı ve sahiplenmeyi
gerektirir. Bu sahiplenmenin vazgeçilmez aşaması da sürdürülebilir bir kentsel
yapının ve kentsel yaşam kalitesinin aranması duygusunun oluşturulmasından geçmektedir.
Kentin belleğinin korunması, kentsel yaşam kalitesinin artırılması kapsamında
nelerin yapılabileceğine yönelik pek çok şey gündeme gelebilir. Öncelikle bu konularının
topluma rağmen değil, toplumla birlikte ele alınması ve işlenmesinin önemini
vurgulamak isterim. Toplumla birlikte kentleşme sorunlarının tartışılması;
topluma yönelik yayınların, duyuruların yapılması; toplumun kentleşmeyle
ilişkisinin geliştirilmesi önem kazanıyor. Bunun bir ayağı da her yaştan çocuğa
yönelik kentlilik kültürünün, kentine ve çevreye karşı duyarlılığın
oluşturulmasına ilişkin çalışmaların hayata geçirilmesidir.
Kentlilerin yaşadıkları sokakların isimlerine de sahip çıkmaları gerekir.
Sokak isimlerinin çok sık değiştirilmesi kent belleğinin sürekliliğini
zedelemektedir. Ne yazık ki ülkemizde sokak, mahalle, köy, hatta kentlerin
isimleri sürekli değişmektedir. Bunun yanlışlığını vurgulamak ve yerel
yönetimlerin sokak isimlerini değiştirmek yerine yeni açılan sokaklara ve
semtlere uygun görecekleri isimleri vermelerinin yerinde olacağını belirtmek
isterim. Bunun yanı sıra mevcut sokak isimlerinin nereden kaynaklandığına
ilişkin bir açıklamanın sokak tabelalarının altına konması kentlilik bilincinin
gelişmesi açısından yararlı olacaktır. Yerel tarih çalışmaları çerçevesinde
sokak isimlerinin tarihine yönelik ülkemizde yapılan başarılı çalışmalar
vardır.
Somut olmayan kültürel miras çalışmalarının kentin belleğinin korunması kapsamındaki
önemine değinmek gerektiğini düşünüyorum. UNESCO özellikle
küçük kentlere yönelik yapılacak derlemelerin ortak kent bilincinin oluşmasında
önemli bir etken olacağını vurgulamaktadır. Bunlar bayramlarımız, düğünlerimiz,
ortak acı ve sevinçlerimizi paylaşma ritüellerimizdir. Günlük konuşma
kültürümüzdür. Bunların derlenmesi ve paylaşılması gerekir.
Kentlerimizi Geleceğe Hazırlamak
Kentlerimizin
iyi yönetilmesini beklemek; yöneticilerimizin kültürel ve tarihî mirasımızın
korunması konusunda duyarlı davranmasını beklemek elbette hakkımızdır. Kentin
çağdaş gerekliliklerinin yerine getirilmesinin yanı sıra bu zengin birikime
yönelik doğru politikalar belirlenmesini, seçtiğimiz yöneticilerin doğru
kararlar almalarını ve uygulamalarını beklemek elbette haklı bir beklentidir.
Ancak bunun yeterli olmadığını bilmemiz, temsili demokrasinin yanı sıra
katılımcı demokrasinin daha etkin bir şekilde hayata geçirmenin yollarını
bulmamız, buna bağlı olarak da
katılımcılık kültürünün geliştirilmesini önemsememiz gerekiyor. Katılımcılık
bir kültürel birikim sorunudur; kentlilerin kentle ilgili konulara duyarlı
olabilmelerinin yanı sıra, katılımın sağlanacağı araçların oluşturulmasıyla
mümkün olabilir.
Geleceğin
sağlıklı, yaşanılır kentlerini birlikte oluşturabiliriz. Ortak aklın aranması;
yapılı çevrenin oluşumunda yer alan herkesin bir parçası olduğu sorumluluk
zincirinin kurulması; bilginin, kültürün egemen olabilmesi pekâlâ mümkündür.
Yeter ki istensin, yeter ki nereye gittiğimizin farkına varalım.
Aydın Köymen’in anısına her yıl Kavaklıderem Derneği ve Aydın Birlikteliği’nin ortak girişimi olarak “Ülkem, Kentim, Semtim / Aydın Köymen Yazı Yarışması” düzenleniyor. Bu yarışmanın üçüncüsünün konusu “Kentlerde Siyasetin Tarihle İlişki Kurma Ahlakı Nasıl Geliştirilmelidir?” olarak belirlenmişti. Bu metin yarışmada üçüncülük ödülünü aldı ve bir broşür olarak yayımlandı.
28 Şubat 2013 / Etiket: Kent Kültürü
Aydın Köymen’in anısına her yıl Kavaklıderem Derneği ve Aydın Birlikteliği’nin ortak girişimi olarak “Ülkem, Kentim, Semtim / Aydın Köymen Yazı Yarışması” düzenleniyor. Bu yarışmanın üçüncüsünün konusu “Kentlerde Siyasetin Tarihle İlişki Kurma Ahlakı Nasıl Geliştirilmelidir?” olarak belirlenmişti. Bu metin yarışmada üçüncülük ödülünü aldı ve bir broşür olarak yayımlandı.
Yazı daha sonra “Bugünden, İki Aylık Kültür ve Sanat Dergisi”nin
Eylül-Ekim 2013 tarihli 14. sayısında da yer aldı.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder