
Yine ölüm haberleriyle dolu günlere geri
döndük. Kobanê’de yaraları sarmaya, yöre çocuklarına oyuncak götürüp, kütüphane
yapmaya giden gençlere bombayla saldırıldı. Suruç’ta toplantı yaptıkları kültür
merkezinde bir intihar bombacısı üzerindeki bombayı patlattı, kendisiyle
beraber 32 genç öldü, yüze yakın genç de yaralandı. Oysa bu
gençler bir daha böyle acılar yaşanmasın, insanlar ölmesin, yaşam çevreleri
tahrip olmasın, savaş kelimesini sözlüklerimizin unutulmuş köşelerine
gönderelim, yaşananlar kötü bir anı olarak kalsın diye çaba sarf ediyorlardı. Hepimizin yüreği yandı, analar yine ağladı, ağıtlar
yakıldı, dövünüldü. Öte yandan, ne üzücüdür ki böylesi bir acının
bile bizi birleştiremediğini de gördük, tuhaf senaryoların ortaya döküldüğünü,
nefret söylemlerinin peş peşe sıralandığını duyduk.
7 Haziran seçimleri öncesinden beri böylesi gelişmeleri
hep birlikte izliyor ve endişelerimizi belirtiyorduk. Kışkırtılan
milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli maceralara yol açabileceğinin, kendimizden
başkasının kolaylıkla ötekileştirildiği ortamların dünyayı yaşanmaz hale
getirebileceğinin farkındalar mı diye soruyorduk. Olmadıkları bir kez daha
görüldü. Uzlaşı yerine çatışmayı, kışkırtmayı tercih edenler, her gün yeni bir
oyunu sahneye koymaya çalışıyorlar ve bu karanlık ortamdan kendileri için bir yarar
umuyorlar. Bölgemizde yaşanan savaşın doğrudan tarafı
olan, hatta kışkırtan, mezhepçi bir yaklaşımla bölgedeki ateşe körükle giden
politikaları yönetenler kontrol ettiklerini sandıkları, destekledikleri
güçlerin saldırıları karşısında çaresiz, etkisiz ve şaşırmış durumdalar; ne
hazin, ne zavallı bir durum.
Tekrar etmek gerekiyor, hem de sık sık; barışın
her şeye rağmen mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyorum; kimsenin düşüncesinden,
dininden, dilinden, etnik kökeninden, cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa maruz kalmadığı
bir ülke özlemini duyuyor ve ancak böyle bir ortamda halkların barış içinde
birlikte yaşayabileceğini, bunun mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyorum.
Başka bir yol olduğunu da düşünmüyorum, gerisi
kaostur…
* * *
Bu sayımızda “Kırsal Mimari / Kırsal Yaşam Kültürü”
temasını irdelemek istedik. İçlerinde Adana’nın da bulunduğu 30 ilde Büyükşehir
yasası kapsamında mahalleye dönüşen binlerce köyün durumu gerçekten de
ilgilenilmeyi bekliyor. Üstelik bu uygulamanın bütün Türkiye’ye
yaygınlaştırılacağı, bu yöndeki çalışmaların sürdürüldüğü duyumlarını da
alıyoruz.
Köylerin mahalleye dönüştürülerek ilçe belediyelerin
yönetimine bırakılmasının getireceği idari karmaşa, hizmet götürmede yetersizlik
vb. sorunlarının yanı sıra bir başka önemli konuya da değinmek gerekiyor.
Yıllar içerisinde oluşmuş ve her birisi birbirinden farklı eşsiz güzellikteki
köy dokularının TOKİ tarzı uygulamalarla tektipleştirileceği endişesini
taşıyoruz. Yöreye, yörenin iklimine, malzemeye, uygun yapım tekniğine dikkat
etmeden, dahası böylesi yapıların nasıl korunması gerektiğini vb. hiç
düşünmeden tek tip yapı üretme koşullarının dayatılması, diğer seçeneklerin
neredeyse yapılamaz hale getirilmesi önemli bir sorun olarak gündemimizde.
Mevcut köy mimarisinin seçkin örneklerinin
belgelenmesi, bu yapıların korunması, yöreye özgü yapı üretme tekniklerinin
bilgisinin kaybolmaması yönünde çalışmalar yapılması ve elbette bir koruma,
koruyarak yaşatma kültürünün gelişmesi en önemli dileğimizdir.
Yaşanılası bir Türkiye, yaşanılası bir dünya özlemi
için çaba gösteren, can verenlerin anısına bu yöndeki çalışmaların anlamlı bir
saygı duruşu olacağını düşünüyorum.
Güney
Mimarlık dergisinin Ağustos 2015’te yayımlanan 19. sayısının editör yazısı.
Seçim öncesi başlayan ve seçim sonrasında hızla tırmanışa geçen terörün barış
çabalarını gölgelemeye, etkisizleştirmeye başladığı ortamda yazılan bir uyarı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder