4 Ağustos 2015 Salı

Türkiye Depremini Beklerken… / Afetlerle Yüzleşmek

Türkiye 1999 Marmara depremlerinden bu yana afet gündemiyle bir başka türlü ilişki kurmaya başladı diyebiliriz. Yıllardan beri bu coğrafyanın doğal bir olayı olarak yaşadığımız depremler bizi her zamankinden daha fazla irkiltti, önlem alınması, çare bulunması konusunda arayışa yöneltti. Bunda elbette depremin Marmara bölgesinde olmasının ve gelecek tehdidin İstanbul’a yönelik olacağına dair öngörülerin payı olduğunu da belirtmeliyiz. Muhtemel İstanbul depreminin yaratabileceği hasarın büyüklüğü, kitlesel ölümlerin kolay göze alınamayacak boyutlarda olabileceği gerçeği hepimizi ürküttü; bu durumun ciddi bir farkındalık yaratılmasına yol açtığı söylenebilir.

Alışkanlığımızı hatırlayalım: Depremlerin kaçınılmazlığının bilinmesi, buna rağmen tedbir alınmaması ve kaderci bir yaklaşımla gelecek depremin beklenmesi; deprem sonrasında da hasarın giderilmesi, yaraların sarılmasına yönelik kardeşçe bir paylaşım ve hayırseverlik örneklerinin sergilenmesi. Devletin “şefkatli elinin” depremzedelere uzandığı, Kızılay’ın çadır ve battaniye dağıttığı, sahra yemekhanesi kurduğu haberlerinin basına servis edildiği, vatandaşların açıkta kalan deprem mağdurları için yardıma koştuğu ve bu felaketin kendi başlarına gelmediği için şükrettiği günler hepimizin rutiniydi.

Oysa Marmara depreminden alışılmışın dışında başka haberler geliyordu; yapı stokumuzun son derece dayanıksız olduğunu, yerel yönetimlerin yerleşilmemesi gereken bölgeleri imara açtığını, vatandaşların yapsat düzeninin vahşi pazarında sahipsiz ve korunmasız bırakıldığını, kamu yönetiminin kendi binalarını bile doğru dürüst yapmaktan aciz olduğunu ve bunlar gibi nice acı gerçeği görüyor, duyuyorduk. Üstelik böylesi bir büyük afet karşısında nasıl davranılması gerektiğine yönelik hiçbir teknik, lojistik ve psikolojik hazırlığın yapılmadığı, yöneticilerin ne yapacağını bilmez bir şaşkınlık içerisinde kaldıkları, seferber olmuş yardım gönüllülerini yönlendirebilecek bir organizasyonun olmadığı derin bir kaos ortamının yaşandığı günlerdi.

Deprem sonrası yıkıcı sarsıntıların yerini suçlu arama günlerine bırakmıştı. Baş suçlu olarak da yeterli teknik hizmeti sunmayan, hatalı imalata göz yuman teknik elemanlar gösterildi. Deprem sonrası bölgede açılan davalar hukuk sistemimizin bu konuda ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ölen binlerce kişinin sorumlusu olarak birkaç küçük müteahhit yargı önüne çıkarıldı ve kamuoyunun tepkisi yönlendirildi. Bunca yıkıma neden olan yapı düzeninin aktörleri, bunu yönlendirenler, izlemekle yetinenler, göz yumanlar, yapı üretim zincirinde yer alan her bir kalem iş erbabının sonuç üründeki payı üretilen belirsizlik ortamında bulanıklaştırıldı, yeterince tartışılamadı.

İmar mevzuatı ve yapı denetimi alanında birbiri ardına düzenlemeler getirildi. Yeterince irdelenmeden, yaşananlardan ders çıkarmak bir yana, mevcut yapı üretme sisteminin baş sorumlularının yönlendirmesiyle hazırlanan yönetmelikler evrile değişe bugün tartıştığımız kentsel dönüşüm sürecine dönüştü.

Oysa “Deprem Şûrası” yapılmış, bilim insanları “Ulusal Deprem Konseyi” gibi kurumsal yapılanmalarda görüşlerini, çözüm önerilerini aktarmışlardı. Dört üniversitemizin yoğun bir çabayla hazırladığı “İstanbul Deprem Master Planı” (2003) afetlere yönelik çok yönlü yeni bir yaklaşımı öngörüyor ve yönetimlere yol gösterici bilimsel bir katkı sunuyordu. Peki ne yapıldı, Ulusal Deprem Konseyi dağıtıldı, yönetimin kararıyla hazırlanan raporlar çok geçmeden rafa kaldırıldı, şimdi sadece akademik bir çalışma olarak anılıyor. Ülkemizdeki pek çok bilimsel kuruluşun, örneğin Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin JICA (Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı) işbirliği ile hazırlattığı raporların bugün İstanbul’un yapılanmasını yönlendirdiğini, çalışmalara yol gösterdiğini söyleyebilir miyiz? Bu raporlarda riskli olduğu söylenen bölgelerdeki yapı stoku 16 sene daha yaşlanmış ve hırpalanmış olarak hâlâ yerinde duruyor. Bu raporlarda yapılmaması gerektiği söylenen hemen her şey yapılıyor; yeşil alanlar imara açıldı, sahiller yeni dolgularla daha riskli hale getirildi, kentin yaşam kalitesini yükseltmesi için kullanılabilecek kamu arazilerinin hemen hepsi satıldı, mahallelerde afet anında insanlara toplanma alanı bile bırakılmadı. Kente son darbeyi yine deprem bahane edilerek gündeme getirilen “kentsel dönüşüm” kampanyası ile vurdular. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilen bölgelerle yukarıda sözünü ettiğim raporlardaki riskli bölgeler birbirinden çok farklı alanlarda. Kentsel dönüşüm alanlarının riskin bertaraf edilmesine yönelik olarak değil, rantın değerine göre belirlendiği çok açık bir şekilde görülüyor.

Afet Tanımını Güncellemek

1999 Marmara depreminin 16. yılında hâlâ en önemli konumuz deprem. Ancak afetler denince sadece deprem üzerine odaklanmamak gerektiğini öğrenmeye, farklı afet türleriyle de tanışmaya başladık. Yanlış yerleşim kararları, yetersiz altyapı nedenleriyle yağmurla birlikte yaşanan seller, kent ortasında boğulan insanlar, kentlerimizin sadece sağlam yapı sorunu yaşamadığını, sağlıklı yapı arayışının, daha doğrusu sağlıklı yaşam çevreleri, yaşanılır kentler arayışının daha doğru bir yaklaşım olması gerektiğini hatırlattı. Deprem sonrasında Samsun’da, uyarılara rağmen dere yatağına yaptırılan TOKİ konutlarında oturanlar selde boğuldular ve bu trajik ölümleriyle hatalardan ders alınmadığını tüm Türkiye’ye göstermiş oldular.

Küresel ısınmanın acı sonuçlarını ülkemizde de hissetmeye başladık. Radikal iklim değişikliklerini, aşırı yağışları, aşırı kurak ve sıcak günleri peş peşe yaşamaya başladık. Geçtiğimiz yıllarda yaşanan aşırı sıcakların Avrupa’da binlerce yaşlı insanın ölümüyle sonuçlanan bir felakete yol açtığını gördük. Üstelik aşırı soğuk havalarda sokakta donan evsizlerden farklı olarak ölenlerin kendi evlerinde yaşayan yaşlılar olması bir başka sosyal gerçeği daha gündeme getirdi. Bugün aşırı sıcak havanın bir afet konusu olarak gündeme geldiğini görüyoruz. Yüzlerce yıllık deneyimlerden beslenerek oluşmuş yapı üretme kültürünün değişmesi, kentlerimizin iklim verileri dikkate alınmadan yapılanması, sokakların yürünmez, evlerin klimasız oturulmaz hale gelmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız.

"Sözün Tükendiği Yer"
1. Ödül: Seyit Mehmet Buçukoğlu,
Marmara Ünv. Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü
Özellikle son günlerde daha sık bir şekilde gündemimize gelen bir afet konusu da savaş, iç savaş nedenleriyle yaşanan yoğun nüfus hareketleridir. Yıllardır boşaltılan köyleri, bu nedenle kentlerde yaşanan olağanüstü nüfus artışının yarattığı sorunları dile getiriyorduk. Şimdi de Suriye’den gelen iki milyon mültecinin sorunlarını, yaşadıkları çadır kentleri tartışıyoruz. Yıllardır yaşanan depremlerin sonrasında hızlıca oluşturduğumuz çadır kentler bizler için yeni bir olgu değil elbette. Ancak 1999 Marmara depreminden sonra oluşturulan çadır kentlere baktığımızda bu tecrübenin kalıcı bir bilgiye evrilmediği, düzensizliğin, idare etmekteki yetersizliğin insanları isyan ettirme noktasına getirdiği de bir başka gerçekliğimiz.

Mevcut risklerin yanı sıra gündemimize yeni giren konular, potansiyel risk alanları söz konusu. Bütün uyarılara rağmen ülkemizde nükleer santraller yapılma süreci başladı, Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallerindeki kazalara rağmen, üstelik yine bu kazaların yaşandığı ülkeler eliyle topraklarımıza yeni bir risk konusu daha geldi. Yıllar geçmesine rağmen Çernobil Santralinin yarattığı radyasyon tehlikesinin giderilememesi, bölge insanın hızlıca tahliye edilmesine rağmen karşılaştığı sorunların büyüklüğü uykularımızı kaçıracak boyutlarda. Doğabilecek risklerin büyüklüğü göz önüne alındığında vazgeçilmesi gerekirken, ısrar edilmesi, üstelik kamu yönetiminin nükleer santral lehine reklam kampanyası yapması durumu yeterince açıklıyor ve irkiltiyor.

Elbette bu listeyi uzatmak, hayatın her alanında karşımıza çıkabilecek riskleri sıralamak mümkün. Önemli olan afetlere yaklaşım yöntemimizin gözden geçirilmesi ve gereğinin yapılmasıdır.

Afetlerle İlgili Yaklaşımımızı Gözden Geçirmek

Marmara depreminden beri yoğun bir şekilde afetlerle ilgili yaklaşımımızı ve yapılması gerekenleri her fırsatta dile getiriyoruz, kısaca tekrar etmeye çalışalım.

Afet öncesinde yapılması gerekenler kapsamında öncelikle ülkemizdeki afet risklerinin tanımının yapılması, mevcut risklerin azaltılması ve/veya bertaraf edilmesi konusunda yapılması gerekenlerin çok net olarak bir plan çerçevesinde belirlenmesi ve bir eylem takvimi çerçevesinde hayata geçirilmesi gerekiyor. “Sakınım Planı” kavramının gerekliliğinin benimsenmesi ve yönetimler üstü bir politika olarak uygulamaya sokulmasının önemini vurgulamak isterim.

Kentlerimiz, başta İstanbul yüzyıllar boyunca değişik kültürlerin oluşturduğu kültür katmanlarından oluşmaktadır. Kentlerimizdeki mimari kültür mirası kapsamındaki eserler en büyük zenginliğimizdir, hepimizindir, bütün insanlığındır. Müzelerimizde korunmaya alınmış değerli tarihî objeler bulunmaktadır. Bizlere emanet edilmiş bu eserleri korumak ve sağlıklaştırarak gelecek kuşaklara aktarmak; müze envanterlerindeki parçaların güvenli sergilenmesini, sergi ortamlarıyla birlikte depolardaki eserlerin de depremden hasar görmeyecek bir şekilde korunmasını sağlamak görevimizi de unutmamak durumundayız. Bu konu elbette çok yönlü, disiplinler arası hassas bir tasarım ve uygulama hizmeti gerektiriyor. Kentlerimizdeki büyük yıkım endişesinin yanı sıra böylesi önemli bir konunun da varlığına işaret etmek istedim.

Kamuoyunun bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi, topluma yönelik eğitim çalışmalarının planlanması bu kapsamda yer alması gereken işlerdendir. Teknik elemanların konuya özel dikkatinin tekrar hatırlatılması, meslek içi eğitimlerin bu yönde yoğunlaştırılmasını da bu kapsamda belirtebiliriz.

Afet sırasında yapılması gerekenler ise başlı başına bir kriz yönetimi sorunudur ve özellikle karnemizin bu yönde hayli kırık olduğunu hatırlatmakta yarar var. Küçük veya büyük herhangi bir sorun çıktığı anda yöneticilerin şimdiye kadarki performansı doğabilecek büyük afet ortamlarında ne kadar yetersiz kalınacağını gösteriyor. Son yıllarda büyük kentlerimizde afete yönelik kriz merkezleri kurulduğunu, şık üniformalı personelin görev başında olduğunu, kentlerimizin örneğin yoğun kar yağışına hazır olduğunu vb. duyuyoruz, ancak bir türlü huzur içinde olamıyoruz. Kent ortasında insanların saatlerce yolda mahsur kaldıklarını, altgeçitlerde boğulduklarını, derelerin yine taştığını, evlere çamurların dolduğunu öğreniyoruz; kentimizin afet merkezlerinden binlerce kamerayla takip edilmesinin bu “küçük” afetlerin önlenmesine değil, seyredilmesine vesile olduğunu görüyoruz.

Afet sonrasına yönelik hazırlıklara diğer önemli konuların yanı sıra çok fazla değinmediğimizi belirtmek isterim. Afet sonrasının ne göstereceğini kestiremeyişimizden, o duruma yönelik olarak şimdiden bir çıkarsamada bulunmaktan çekinmemizden, ya da o günleri düşünerek bir şeyler yapmaya çalışmanın ürkütücü gelmesinden olabilir. Yukarıda değindiğim afet yönetim merkezleri yapılanması dışında teknik, lojistik ve psikolojik olarak yapılan hazırlıklara yönelik bir bilgilendirmenin yapılmadığını söyleyebiliriz. Bu nitelendirmeye karşı devletin tüm kurumlarının bu yönde bir hazırlık yaptığını, askerin afet sonrasına yönelik müdahale planlarının olduğunu vb. aktaranlar olacaktır. Elbette afet konusu kurumların gündemine girmiştir ve bir şeyler yapılmaktadır; yeterliliği, etkililiği ve kamuoyuna mal edilmesindeki eksikliği tartışılabilir.

Örneğin aşağıda belirtmeye çalışacağım örneklerde yeterli bir adım atılıp atılmadığını öğrenmek isteriz. Depremin, afetlerin hep gündemde olduğu ülkemizde bu sorunların mimarlık eğitiminde ne ölçüde işlendiği, meslektaşlarımızın bu konudaki duyarlılıklarının yanı sıra yaratıcılıklarını ortaya koyabilme fırsatlarını ne ölçüde bulabildikleri de bir tartışma konusu olarak ortadadır.

·       Geçici barınma üniteleri ve yerleşkelerinin tasarlanması, bu alanda dünya ve Türkiye örneklerinin işlenmesi, varsa eksiklerinden arındırılması ve mümkünse daha iyilerinin, mükemmellerinin yapılması yönünde çalışma yürütülmesi; (Mimarlar Odası Adana Şubesi’nin tarım işçilerine yönelik geçici barınma üniteleri tasarımı öğrenci yarışması bu kapsamdaki anlamlı çalışmalardan birisi olarak akla gelenlerden.)

·       Geçici barınma merkezlerinin, kriz yönetim merkezlerinin tasarlanması;

·       Dünya örneklerinde gördüğümüz şekilde, değişik araçlara (TIR, tren, konteynır, gemi, vb.) uygulanmış, gezici ve geçici sağlık, eğitim, kültür ünitelerinin tasarlanması; bunlara yönelik farklı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak değişik disiplinlerin katkılarıyla ortak çalışmalar yürütülmesi…

Bu ve benzer konularda ne gibi gelişmeler sağlanmıştır? Bunca sene sonra bir tane olsun geçici sağlık ünitesi tasarlanmış mıdır? Hastane gemimiz var mıdır? Daha da detaya inelim; çocukların afet travmasını atlatabilmesi için psikolojik destek verildiği söylenir; gezici bir çocuk tiyatrosu olarak tasarlanmış aracımız var mıdır? Kurumlarımızın bu yönde bir gündemi var mıdır? Bu örnekler çoğaltılabilir, dünyada da pek çok benzer uygulamalar incelenebilir. Öncelikle bu konuları düşünmeye başlamamız gerektiği açık.

Dünya mimarlarının bu yöndeki duyarlılıkları, yapılanlar, uluslararası mimarlık örgütlerinin afet sonrasındaki geçici barınma şartlarının iyileştirilmesi konusunda yürüttüğü çalışmalar, diğer ülkelerdeki örnek uygulamalar bizler için iyi bir deney vesilesi olmaktadır. Van depremi sonrasında Mimarlar Odası’nın organizasyonuyla ve gönüllü üyelerimizin katılımıyla yürütülen çalışmaları öncelikle belirtmek gerekiyor. “Mesleki ve Toplumsal Sorumluluğumuzu Yerine Getirmek Üzere Gönüllü Mimarlarla Van’dayız” çağrısıyla meslektaşlarımız, Van’daki çalışmalara destek vererek önemli bir toplumsal sorumluluk almışlardır. Van Valiliği, Van Belediyesi ve İMO ile gerçekleştirilen protokoller çerçevesinde kesin hasar tespit çalışmalarına katılım sağlanmıştır. Mimarlar Odası’nın da içinde bulunduğu pek çok kurum ve kuruluşun kamuoyunda afetlere yönelik farkındalığın artması yönündeki çabaları, yapılanlara yönelik eleştirileri, uyarıları, yol gösterici belgeleri yayınlandı, yapılan çalışmalar ortada. Depremin 16. yılında yapılan bunca çabayı saygıyla hatırlamak, elbette yetinmemek, sürekliliğini sağlamak, daha etkin olmaya çaba göstermek önümüzdeki en hayati görevlerimizden biri.

Mimarlık Dergisi’nin 385. sayısında (Eylül-Ekim 2015) Yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder