Alışkanlığımızı
hatırlayalım: Depremlerin kaçınılmazlığının bilinmesi, buna rağmen tedbir
alınmaması ve kaderci bir yaklaşımla gelecek depremin beklenmesi; deprem
sonrasında da hasarın giderilmesi, yaraların sarılmasına yönelik kardeşçe bir
paylaşım ve hayırseverlik örneklerinin sergilenmesi. Devletin “şefkatli elinin”
depremzedelere uzandığı, Kızılay’ın çadır ve battaniye dağıttığı, sahra
yemekhanesi kurduğu haberlerinin basına servis edildiği, vatandaşların açıkta
kalan deprem mağdurları için yardıma koştuğu ve bu felaketin kendi başlarına
gelmediği için şükrettiği günler hepimizin rutiniydi.
Oysa Marmara depreminden
alışılmışın dışında başka haberler geliyordu; yapı stokumuzun son derece
dayanıksız olduğunu, yerel yönetimlerin yerleşilmemesi gereken bölgeleri imara
açtığını, vatandaşların yapsat düzeninin vahşi pazarında sahipsiz ve korunmasız
bırakıldığını, kamu yönetiminin kendi binalarını bile doğru dürüst yapmaktan
aciz olduğunu ve bunlar gibi nice acı gerçeği görüyor, duyuyorduk. Üstelik
böylesi bir büyük afet karşısında nasıl davranılması gerektiğine yönelik hiçbir
teknik, lojistik ve psikolojik hazırlığın yapılmadığı, yöneticilerin ne
yapacağını bilmez bir şaşkınlık içerisinde kaldıkları, seferber olmuş yardım
gönüllülerini yönlendirebilecek bir organizasyonun olmadığı derin bir kaos
ortamının yaşandığı günlerdi.
Deprem sonrası yıkıcı
sarsıntıların yerini suçlu arama günlerine bırakmıştı. Baş suçlu olarak da
yeterli teknik hizmeti sunmayan, hatalı imalata göz yuman teknik elemanlar
gösterildi. Deprem sonrası bölgede açılan davalar hukuk sistemimizin bu konuda
ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ölen
binlerce kişinin sorumlusu olarak birkaç küçük müteahhit yargı önüne çıkarıldı
ve kamuoyunun tepkisi yönlendirildi. Bunca yıkıma neden olan yapı düzeninin
aktörleri, bunu yönlendirenler, izlemekle yetinenler, göz yumanlar, yapı üretim
zincirinde yer alan her bir kalem iş erbabının sonuç üründeki payı üretilen
belirsizlik ortamında bulanıklaştırıldı, yeterince tartışılamadı.
İmar mevzuatı ve yapı
denetimi alanında birbiri ardına düzenlemeler getirildi. Yeterince irdelenmeden,
yaşananlardan ders çıkarmak bir yana, mevcut yapı üretme sisteminin baş
sorumlularının yönlendirmesiyle hazırlanan yönetmelikler evrile değişe bugün
tartıştığımız kentsel dönüşüm sürecine dönüştü.
Oysa “Deprem Şûrası”
yapılmış, bilim insanları “Ulusal Deprem Konseyi” gibi kurumsal yapılanmalarda
görüşlerini, çözüm önerilerini aktarmışlardı. Dört üniversitemizin yoğun bir
çabayla hazırladığı “İstanbul Deprem Master Planı” (2003) afetlere yönelik çok
yönlü yeni bir yaklaşımı öngörüyor ve yönetimlere yol gösterici bilimsel bir
katkı sunuyordu. Peki ne yapıldı, Ulusal Deprem Konseyi dağıtıldı, yönetimin
kararıyla hazırlanan raporlar çok geçmeden rafa kaldırıldı, şimdi sadece akademik
bir çalışma olarak anılıyor. Ülkemizdeki pek çok bilimsel kuruluşun, örneğin
Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
JICA (Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı) işbirliği ile hazırlattığı
raporların bugün İstanbul’un yapılanmasını yönlendirdiğini, çalışmalara yol
gösterdiğini söyleyebilir miyiz? Bu raporlarda riskli olduğu söylenen
bölgelerdeki yapı stoku 16 sene daha yaşlanmış ve hırpalanmış olarak hâlâ
yerinde duruyor. Bu raporlarda yapılmaması gerektiği söylenen hemen her şey
yapılıyor; yeşil alanlar imara açıldı, sahiller yeni dolgularla daha riskli
hale getirildi, kentin yaşam kalitesini yükseltmesi için kullanılabilecek kamu
arazilerinin hemen hepsi satıldı, mahallelerde afet anında insanlara toplanma alanı
bile bırakılmadı. Kente son darbeyi yine deprem bahane edilerek gündeme
getirilen “kentsel dönüşüm” kampanyası ile vurdular. Kentsel dönüşüm alanı ilan
edilen bölgelerle yukarıda sözünü ettiğim raporlardaki riskli bölgeler
birbirinden çok farklı alanlarda. Kentsel dönüşüm alanlarının riskin bertaraf
edilmesine yönelik olarak değil, rantın değerine göre belirlendiği çok açık bir
şekilde görülüyor.
Afet
Tanımını Güncellemek
1999 Marmara depreminin
16. yılında hâlâ en önemli konumuz deprem. Ancak afetler denince sadece deprem
üzerine odaklanmamak gerektiğini öğrenmeye, farklı afet türleriyle de tanışmaya
başladık. Yanlış yerleşim kararları, yetersiz altyapı nedenleriyle yağmurla
birlikte yaşanan seller, kent ortasında boğulan insanlar, kentlerimizin sadece
sağlam yapı sorunu yaşamadığını, sağlıklı yapı arayışının, daha doğrusu
sağlıklı yaşam çevreleri, yaşanılır kentler arayışının daha doğru bir yaklaşım
olması gerektiğini hatırlattı. Deprem sonrasında Samsun’da, uyarılara rağmen
dere yatağına yaptırılan TOKİ konutlarında oturanlar selde boğuldular ve bu
trajik ölümleriyle hatalardan ders alınmadığını tüm Türkiye’ye göstermiş
oldular.
Küresel ısınmanın acı
sonuçlarını ülkemizde de hissetmeye başladık. Radikal iklim değişikliklerini,
aşırı yağışları, aşırı kurak ve sıcak günleri peş peşe yaşamaya başladık.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanan aşırı sıcakların Avrupa’da binlerce yaşlı insanın
ölümüyle sonuçlanan bir felakete yol açtığını gördük. Üstelik aşırı soğuk
havalarda sokakta donan evsizlerden farklı olarak ölenlerin kendi evlerinde
yaşayan yaşlılar olması bir başka sosyal gerçeği daha gündeme getirdi. Bugün
aşırı sıcak havanın bir afet konusu olarak gündeme geldiğini görüyoruz.
Yüzlerce yıllık deneyimlerden beslenerek oluşmuş yapı üretme kültürünün
değişmesi, kentlerimizin iklim verileri dikkate alınmadan yapılanması,
sokakların yürünmez, evlerin klimasız oturulmaz hale gelmesi gerçeğiyle karşı
karşıyayız.
![]() |
"Sözün Tükendiği Yer" 1. Ödül: Seyit Mehmet Buçukoğlu, Marmara Ünv. Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü |
Özellikle son günlerde
daha sık bir şekilde gündemimize gelen bir afet konusu da savaş, iç savaş
nedenleriyle yaşanan yoğun nüfus hareketleridir. Yıllardır boşaltılan köyleri,
bu nedenle kentlerde yaşanan olağanüstü nüfus artışının yarattığı sorunları
dile getiriyorduk. Şimdi de Suriye’den gelen iki milyon mültecinin sorunlarını,
yaşadıkları çadır kentleri tartışıyoruz. Yıllardır yaşanan depremlerin
sonrasında hızlıca oluşturduğumuz çadır kentler bizler için yeni bir olgu değil
elbette. Ancak 1999 Marmara depreminden sonra oluşturulan çadır kentlere
baktığımızda bu tecrübenin kalıcı bir bilgiye evrilmediği, düzensizliğin, idare
etmekteki yetersizliğin insanları isyan ettirme noktasına getirdiği de bir
başka gerçekliğimiz.
Mevcut risklerin yanı
sıra gündemimize yeni giren konular, potansiyel risk alanları söz konusu. Bütün
uyarılara rağmen ülkemizde nükleer santraller yapılma süreci başladı, Çernobil
ve Fukuşima nükleer santrallerindeki kazalara rağmen, üstelik yine bu kazaların
yaşandığı ülkeler eliyle topraklarımıza yeni bir risk konusu daha geldi. Yıllar
geçmesine rağmen Çernobil Santralinin yarattığı radyasyon tehlikesinin giderilememesi,
bölge insanın hızlıca tahliye edilmesine rağmen karşılaştığı sorunların
büyüklüğü uykularımızı kaçıracak boyutlarda. Doğabilecek risklerin büyüklüğü
göz önüne alındığında vazgeçilmesi gerekirken, ısrar edilmesi, üstelik kamu
yönetiminin nükleer santral lehine reklam kampanyası yapması durumu yeterince
açıklıyor ve irkiltiyor.
Elbette bu listeyi
uzatmak, hayatın her alanında karşımıza çıkabilecek riskleri sıralamak mümkün.
Önemli olan afetlere yaklaşım yöntemimizin gözden geçirilmesi ve gereğinin
yapılmasıdır.
Afetlerle
İlgili Yaklaşımımızı Gözden Geçirmek
Marmara depreminden beri
yoğun bir şekilde afetlerle ilgili yaklaşımımızı ve yapılması gerekenleri her
fırsatta dile getiriyoruz, kısaca tekrar etmeye çalışalım.
Afet öncesinde yapılması
gerekenler kapsamında öncelikle ülkemizdeki afet risklerinin tanımının
yapılması, mevcut risklerin azaltılması ve/veya bertaraf edilmesi konusunda
yapılması gerekenlerin çok net olarak bir plan çerçevesinde belirlenmesi ve bir
eylem takvimi çerçevesinde hayata geçirilmesi gerekiyor. “Sakınım Planı”
kavramının gerekliliğinin benimsenmesi ve yönetimler üstü bir politika olarak
uygulamaya sokulmasının önemini vurgulamak isterim.
Kentlerimiz, başta
İstanbul yüzyıllar boyunca değişik kültürlerin oluşturduğu kültür
katmanlarından oluşmaktadır. Kentlerimizdeki mimari kültür mirası kapsamındaki
eserler en büyük zenginliğimizdir, hepimizindir, bütün insanlığındır. Müzelerimizde
korunmaya alınmış değerli tarihî objeler bulunmaktadır. Bizlere emanet edilmiş
bu eserleri korumak ve sağlıklaştırarak gelecek kuşaklara aktarmak; müze
envanterlerindeki parçaların güvenli sergilenmesini, sergi ortamlarıyla
birlikte depolardaki eserlerin de depremden hasar görmeyecek bir şekilde
korunmasını sağlamak görevimizi de unutmamak durumundayız. Bu konu elbette çok
yönlü, disiplinler arası hassas bir tasarım ve uygulama hizmeti gerektiriyor.
Kentlerimizdeki büyük yıkım endişesinin yanı sıra böylesi önemli bir konunun da
varlığına işaret etmek istedim.
Kamuoyunun
bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi, topluma yönelik eğitim çalışmalarının
planlanması bu kapsamda yer alması gereken işlerdendir. Teknik elemanların
konuya özel dikkatinin tekrar hatırlatılması, meslek içi eğitimlerin bu yönde
yoğunlaştırılmasını da bu kapsamda belirtebiliriz.
Afet sırasında yapılması
gerekenler ise başlı başına bir kriz yönetimi sorunudur ve özellikle karnemizin
bu yönde hayli kırık olduğunu hatırlatmakta yarar var. Küçük veya büyük
herhangi bir sorun çıktığı anda yöneticilerin şimdiye kadarki performansı
doğabilecek büyük afet ortamlarında ne kadar yetersiz kalınacağını gösteriyor.
Son yıllarda büyük kentlerimizde afete yönelik kriz merkezleri kurulduğunu, şık
üniformalı personelin görev başında olduğunu, kentlerimizin örneğin yoğun kar
yağışına hazır olduğunu vb. duyuyoruz, ancak bir türlü huzur içinde olamıyoruz.
Kent ortasında insanların saatlerce yolda mahsur kaldıklarını, altgeçitlerde
boğulduklarını, derelerin yine taştığını, evlere çamurların dolduğunu
öğreniyoruz; kentimizin afet merkezlerinden binlerce kamerayla takip
edilmesinin bu “küçük” afetlerin önlenmesine değil, seyredilmesine vesile
olduğunu görüyoruz.
Afet sonrasına yönelik
hazırlıklara diğer önemli konuların yanı sıra çok fazla değinmediğimizi
belirtmek isterim. Afet sonrasının ne göstereceğini kestiremeyişimizden, o
duruma yönelik olarak şimdiden bir çıkarsamada bulunmaktan çekinmemizden, ya da
o günleri düşünerek bir şeyler yapmaya çalışmanın ürkütücü gelmesinden
olabilir. Yukarıda değindiğim afet yönetim merkezleri yapılanması dışında
teknik, lojistik ve psikolojik olarak yapılan hazırlıklara yönelik bir
bilgilendirmenin yapılmadığını söyleyebiliriz. Bu nitelendirmeye karşı devletin
tüm kurumlarının bu yönde bir hazırlık yaptığını, askerin afet sonrasına yönelik
müdahale planlarının olduğunu vb. aktaranlar olacaktır. Elbette afet konusu kurumların
gündemine girmiştir ve bir şeyler yapılmaktadır; yeterliliği, etkililiği ve
kamuoyuna mal edilmesindeki eksikliği tartışılabilir.
Örneğin aşağıda
belirtmeye çalışacağım örneklerde yeterli bir adım atılıp atılmadığını öğrenmek
isteriz. Depremin, afetlerin hep gündemde olduğu ülkemizde bu sorunların
mimarlık eğitiminde ne ölçüde işlendiği, meslektaşlarımızın bu konudaki
duyarlılıklarının yanı sıra yaratıcılıklarını ortaya koyabilme fırsatlarını ne
ölçüde bulabildikleri de bir tartışma konusu olarak ortadadır.
·
Geçici
barınma üniteleri ve yerleşkelerinin tasarlanması, bu alanda dünya ve Türkiye
örneklerinin işlenmesi, varsa eksiklerinden arındırılması ve mümkünse daha
iyilerinin, mükemmellerinin yapılması yönünde çalışma yürütülmesi; (Mimarlar
Odası Adana Şubesi’nin tarım işçilerine yönelik geçici barınma üniteleri
tasarımı öğrenci yarışması bu kapsamdaki anlamlı çalışmalardan birisi olarak
akla gelenlerden.)
·
Geçici
barınma merkezlerinin, kriz yönetim merkezlerinin tasarlanması;
· Dünya
örneklerinde gördüğümüz şekilde, değişik araçlara (TIR, tren, konteynır, gemi,
vb.) uygulanmış, gezici ve geçici sağlık, eğitim, kültür ünitelerinin
tasarlanması; bunlara yönelik farklı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak
değişik disiplinlerin katkılarıyla ortak çalışmalar yürütülmesi…
Bu ve benzer konularda
ne gibi gelişmeler sağlanmıştır? Bunca sene sonra bir tane olsun geçici sağlık
ünitesi tasarlanmış mıdır? Hastane gemimiz var mıdır? Daha da detaya inelim; çocukların
afet travmasını atlatabilmesi için psikolojik destek verildiği söylenir; gezici
bir çocuk tiyatrosu olarak tasarlanmış aracımız var mıdır? Kurumlarımızın bu
yönde bir gündemi var mıdır? Bu örnekler çoğaltılabilir, dünyada da pek çok
benzer uygulamalar incelenebilir. Öncelikle bu konuları düşünmeye başlamamız
gerektiği açık.
Dünya mimarlarının bu
yöndeki duyarlılıkları, yapılanlar, uluslararası mimarlık örgütlerinin afet
sonrasındaki geçici barınma şartlarının iyileştirilmesi konusunda yürüttüğü çalışmalar,
diğer ülkelerdeki örnek uygulamalar bizler için iyi bir deney vesilesi
olmaktadır. Van depremi sonrasında Mimarlar Odası’nın organizasyonuyla ve
gönüllü üyelerimizin katılımıyla yürütülen çalışmaları öncelikle belirtmek
gerekiyor. “Mesleki ve Toplumsal Sorumluluğumuzu Yerine Getirmek Üzere Gönüllü
Mimarlarla Van’dayız” çağrısıyla meslektaşlarımız, Van’daki çalışmalara destek
vererek önemli bir toplumsal sorumluluk almışlardır. Van Valiliği, Van
Belediyesi ve İMO ile gerçekleştirilen protokoller çerçevesinde kesin hasar
tespit çalışmalarına katılım sağlanmıştır. Mimarlar Odası’nın da içinde
bulunduğu pek çok kurum ve kuruluşun kamuoyunda afetlere yönelik farkındalığın
artması yönündeki çabaları, yapılanlara yönelik eleştirileri, uyarıları, yol
gösterici belgeleri yayınlandı, yapılan çalışmalar ortada. Depremin 16. yılında
yapılan bunca çabayı saygıyla hatırlamak, elbette yetinmemek, sürekliliğini
sağlamak, daha etkin olmaya çaba göstermek önümüzdeki en hayati görevlerimizden
biri.
Mimarlık Dergisi’nin 385. sayısında (Eylül-Ekim 2015) Yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder