29 Şubat 2012 Çarşamba

Depremini Bekleyen Kentler

Bu sene kış aylarının oldukça soğuk ve yağışlı geçmesi bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de hayatı etkilemiş, barınma ve ulaşım başta olmak üzere vatandaşların büyük sıkıntılar çekmesine yol açmıştı. Elbette bu çetin kış şartları en çok da Vanlı kardeşlerimizi etkiledi. Van’dan basına yansıyan görüntülerde yıkımın korkunçluğunu, can kayıplarını gördük, depremin afete dönüştüğünü, kaos ortamının oluştuğunu hep birlikte ibretle izledik. Pek çok meslektaşımız Odamızla birlikte Van’da günlerce çalıştı, bir şeyler yapmaya gayret etti. Bu çalışmalardan hareketle kapsamlı bir rapor da üretilerek kamuoyuna sunuldu.
Ülkemiz kentlerinin, başta İstanbul olmak üzere depremini beklediğini biliyoruz. Çukurova Bölgesi de tarih boyunca yıkıcı depremlerle karşılaşmış bir bölge. 1999 Marmara Depremi’nden hemen önce gerçekleşen Adana - Osmaniye Depremi hâlâ hafızalarımızda tüm canlılığıyla durmakta. Peş peşe yaşanan deprem felaketleri deprem gerçeğimizi hepimize bir kez daha acı bir şekilde hatırlattı. Başbakan ve yöneticiler suçluyu bulmuştu: Evler kerpiç malzeme kullanımı yüzünden yıkılmıştı, çözümü de söyledi TOKİ bölgede betonarme evler yapacaktı. Bu yaklaşımın basında ciddiye alınarak tartışılması, kerpiç ve betonun karşılaştırmalı testlere tabi tutulması tekniğin, bilimin ne kadar hafife alındığının çarpıcı bir göstergesiydi.

“Depremini bekleyen kentler” bir kâbus gibi üzerimizi sarmakta, sorunların devasa büyüklüğü karşısında çare olarak üretilip yapılabilenlerin cılızlığı ise insanı ürkütmektedir. Mevcut risklerin azaltılması, yeni risk alınmaması, konuyla ilgili bilgilenmenin yaygınlaştırılması temel hedef olması gerekirken, yetkililer sanki böyle bir tehlike bertaraf edilmişçesine rahat davranabilmektedir. Kamuoyunun depreme yönelik duyarlılığının sürekli artmasını sağlamanın, yönetimlerin depreme yönelik hazırlıklarını izlemenin ve bunları kamuoyunun anlayacağı şekilde deşifre etmenin, uyarmanın görevimiz olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

Özellikle 1999 Marmara Depremi’nden sonra meslek odaları konuya duyarlı kişi ve kurumların katkısıyla pek çok etkinlik yapmış, rapor üretmiş, yüzlerce kişinin katıldığı sempozyumlar düzenlemiştir. Her üretilen bilginin, her tespit edilen olgunun tüm meslektaşlarımız tarafından içselleştirildiği ve bundan sonraki uygulamalarında kullanacakları bir bilgi olarak hazmedildiği şüphesiz ki söylenemez. Elbette başta meslektaşlarımız olmak üzere teknik elemanların depremle ilgili bilgilerinin güncellenmesi, geliştirilmesi, yapı üretim sürecindeki denetim mekanizmalarının aksaklıklarının giderilmesi, yapıların kullanım sürecinin tanımlanması alanındaki boşluğun nasıl doldurulması gerektiği yönündeki önerilerimizin idareyle birlikte çözülmesi de üzerinde ısrarla durmamız gereken konulardandır.

Marmara Depremi’nden sonra dört üniversiteden uzmanların katılımıyla hazırlanan İstanbul Deprem Master Planı 18 Ağustos 2003 günü kamuoyuna açıklanmış ve İstanbul’un depreme nasıl hazırlanması gerektiğine dair bir yol haritası önümüzü konmuştu. Oldukça kapsamlı bir şekilde hazırlanan ve sunulan bu çalışma şimdi raflarda durmakta; oysa her kurum bulunduğu yere göre planı irdeleyecek ve değerlendirecekti. Aradan geçen zamanda ne yazık ki çok fazla mesafe kat edilemediğini görüyoruz. Deprem Master Planı çerçevesinde risklerin bertaraf edilmesi yönünde çalışmalar yürütülmesi yerine, bugün deprem tehlikesi öne sürülerek kentsel dönüşüm adı altında kentlerimizin hırpalanmasına devam edilmekte. Kentlerimizin her bir köşesi özenle ele alınmayı, düzenlenmeyi, sağlıklaştırmayı beklerken, kamunun elindeki son derece kıymetli alanlar, kentliler için, kentlerimiz için değerlendirilmek yerine, paraya tahvil edilerek bütçe açığının kapatılması uğruna satılmaktadır. Üstelik satış bedelinin yüksek tutulabilmesi için bu alanlar oldukça elverişli imar koşulları da yaratılarak satışa sunulmakta, yerel yönetimler yeni yapılaşmaların önünü açmakta sakınca görmemektedirler. Deprem korkusu altında yaşayan kentlerimizde sağlıklaştırma çalışmaları son derece yavaş bir hızla seyretmekteyken, çöküntü alanları haline getirilmiş tarihî bölgeler lüks konut alanları yaratılmak adına boşaltılmakta, kentlerimizin yıllar boyunca oluşan dokusu sitelerle doldurulmak üzere tıraşlanmaktadır. Su havzaları, kentlerin çevresindeki yeşil kuşaklar yapılaşmaya açılmakta, yeni ulaşım projeleriyle daha kolay pazarlanabilir hale getirilmektedir.

Yerel yönetimlerin TOKİ eliyle ülkenin her coğrafyasında uygulanan kişiliksiz şablonlar ve yeni gelişme alanları açmak yerine, öncelikle yerel değerleri içeren mevcut yaşam alanlarını sağlıklaştırarak yaşanır duruma getirilmesini savunmamız gerekiyor. Bu ülkenin mimarları olarak, geleceğimiz için, çocuklarımıza sağlıklı bir yaşam çevresi bırakabilmek için, mimarlık hizmetlerinin topluma sunulduğu başlıca yerler olan kentlerimizde, kentsel ve çevresel sorunlara kaynaklık eden yapılaşma proje ve uygulamalarına yönelik uyarı ve katkılarımızı sunmaya devam edeceğimizi görmemiz ve göstermemiz gerekiyor.

Güney Mimarlık dergisinin 7. sayısında (Mart 2012) yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder