20 Nisan 2016 Çarşamba

Mimarlar Odası’nın Gündeminden Bazı Satırbaşları

Nisan 2016’da Arredamento Mimarlık dergisinin 300. sayısı yayımlandı. Bu sayı vesilesiyle dergi yönetimi, yayının başladığı 1989 yılından bugüne kadarki gelişmelerin farklı başlıklar altında değişik yazarca işlenmesi üzerine kurulu “1989’dan Bu  Yana Neler Değişti?” başlıklı bir dosya gerçekleştirdi. Mimarlar Odası’nın son 30 yılına damgasını vuran gelişmeleri aktarmaya çalıştığım yazım dergide dosyadaki diğer yazılarla birlikte yayımlandı.  

Arredamento Mimarlık dergisinin 300. sayısını, emeği geçen herkesi kutluyorum; dergi nitelikli içeriğiyle Türkiye mimarlık ortamına önemli bir katkı sağlamıştır. Derginin yayına başladığı günden bugüne yaşadığımız 26 yıldaki değişimlerin farklı yönleriyle irdelenmesi çerçevesindeki katkılar sadece geçmişin hatırlanmasını sağlamayacak, bugünümüzü ve gelecek öngörülerimizi tartışmamız bakımından da önemli bir fırsat sunacaktır diye düşünüyorum. Ben de bu bütünlük çerçevesinde meslek örgütlenmesi üzerine bazı tespitleri, yakın tarihimizdeki önemli gündemleri ve geleceğe yönelik önerilerimi paylaşmaya çalışacağım.

1989’a Doğru

80’lerde Türkiye’nin yaşadığı kaos ortamı diğer toplum örgütlerini olduğu gibi, şüphesiz Mimarlar Odası’nı da etkilemişti. Bir yandan meslek ortamının geçirdiği değişiklikler, meslekler arasında yaşanan gerginlikler, ihtisas ayrımının tam olarak sağlanamaması gibi sorunlar; öte yandan kamu ve toplum yararına çalışan bir meslek kuruluşu olarak Oda’nın yöneticiliğini üstlenen isimlerin bu ortamlarda yaşadığı sıkıntılar, doğal olarak Mimarlar Odası’nı kendi konumunu gözden geçirmeye yöneltmişti. 1954’deki kuruluşundan itibaren üç şube ve bunlara bağlı temsilcilikler çerçevesinde sürdürülen örgütlenme çalışmaları 1986’daki şubeleşme kararlarıyla yeni bir döneme evrildi. 1986’da yapılan tartışma ve ardından gelen ülke çapında örgütlenme çalışmaları, Oda’nın tarihi içerisinde önemli bir dönüm noktası işlevini görmüştür. Mimarlar Odası’nın yurt sathında yaygınlaşması, sorumluluğun paylaşılması anlamında bile olumlu olmuştur. Oda’nın söylemlerinin geniş bir coğrafyada etkin bir şekilde duyurulması ve hayata geçirilmesi mümkün olabilmiştir. 1986’yı Oda tarihinde yeni bir açılım, yeni görevlerin değerlendirilmesi ve Oda yapılanmasının yeni görevlere göre yeniden kurgulanması ve Türkiye çapında yayılmış bir örgüt yapısı arayışı olarak değerlendirmek mümkün.  

1989’da dünya çapında yaşanan gelişmeler, arayışın zamanlamasındaki isabetliliği göstermişti. Özellikle demokratik kitle örgütlerinde, meslek kuruluşlarında, sendikalarda yaşanan kargaşa pek çok ülkede farklı etkililikte ve boyutlarda hissedilmişti. Ancak ülkemizde diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak değerlendirilmesi gereken bir durum söz konusuydu. Öncelikle 1980’e gelene kadarki kargaşa ortamını ve 1980’den itibaren yaşanan zor ortamını sayabiliriz. 80 sonrasının teneffüs edilmesi güç havası demokratik kitle örgütlerinde yönetim kademesinde görev alanların dağılmasına, ilgisizleşmesine, hapislikle veya göçmenlikle sonuçlanan yollara savrulmalarına yol açmıştı. Ve son olarak da Berlin duvarının yıkılmasının ardından yaşanan derin hayal kırıklığının getirdiği savrulmayı belirtmek gerekiyor. Demokratik kitle örgütlerinde görev alan, çalışmaları omuzlayan pek çok insanın artık ürkmesi, dahası yapılanları anlamsız bulması, uzaklaşması, en iyimser ihtimalle sadece uzaktan desteklemekle yetinmesi ciddi bir kopuşun yaşanmasına yol açmıştır.

Her dönem böylesi değişikliklerin yaşandığı ve gidenlerin veya yorulanların yerini yeni gelenlerin doldurduğu, yeni heyecanların, yeni beklentilerin olduğu gözlenebilirdi. Ancak 80 sonrasının yarattığı apolitiklik rüzgârı böylesi çalışmalara gönüllü olmanın özendirildiği bir ortamı sağlamaktan oldukça uzaktı. Mimarlar Odası’nın da ortamın bir aktörü olarak etkilenmemesi olanaksız bu gelişmelerden payına düşeni aldığını söyleyebiliriz. Belki diğer demokratik kitle örgütlerinde, sendikalarda oldukça ağır bir şekilde hissedilen bu sarsıntıyı, özgül şartları nedeniyle Odamız daha hafif atlatmış olabilir. Ancak gelişmelerin tamamen dışında kalındığını ve yaşanan tartışmaların hiç de böylesi bir nedene bağlanamayacağını söyleyebilir miyiz?

Kent Suçlarına Karşı Yoğun Mücadele

Mimarlar Odası’nın o sıkıntılı günlerin zor şartları altında Tarlabaşı yıkımlarına karşı verdiği mücadele önemli bir değişimin işaret fişeği olmuştur. Yerel yönetimlerin ANAP zamanında yetkilerinin artırılması ve mali açıdan güçlendirilmesi özellikle İstanbul genelinde pek çok yıkımın yaşanmasına yol açmıştı. İstanbul 60 öncesindeki Menderes yıkımlarından sonra büyük Dalan yıkımlarını yaşadı. “Seçildim, yaparım” anlayışı, hukuk tanımazlık o günlerde de geçerli bir davranış şekli olarak yöneticilerde yer etmişti, Haliç, Tarlabaşı, her yer yıkılıyor, “temizleniyordu”. Elbette tepkinin örgütlenmesi de gecikmedi; kent suçları kavramının dile getirilmeye başlanması, kentli inisiyatiflerin çabaları, ortak savunma refleksleri geliştirilmesi o dönemin kazanımları olarak dile getirilebilecekler bu eylemlerin sonucuydu. Nitekim daha sonraki yıllarda da özellikle önem kazanan mahalle dernekleri, çevrelerini koruma çabası içerisine giren duyarlı kentli örgütlenmeleri dayanışması, farklı yaratıcı direniş örneklerinin gündeme gelmesi, örnek hukuk mücadelelerinin sürdürülmesi hep o dönemin kazanımlarının devamı olarak görülmelidir. 90’lı yılların kent direnişlerinde öne çıkan Park Otel ve Gökkafes mücadeleleri, Arnavutköy gönüllülerinin köprüye karşı yaşam alanlarını savunma girişimleri ve daha niceleri önemli deneyimlerdi. Mimarlar Odası kente yönelik müdahalelerin takipçisi olmuş, hukuk ve teknik alanındaki önemli bilgi birikimine dayanarak STK’larla birlikte direniş ortaklığını sürdürmüştür, halen de sürdürmektedir.

Mimarlar Odası’nın toplum ve kamu hizmetinde sürdürdüğü mücadelesi doğal olarak pek çok kişi ve kurumu rahatsız etmekte, onların çıkarlarını zedeleyebilmektedir. Toplumun her kesiminde meslektaşımız olsun olmasın pek çok dostumuzun olduğu doğrudur, ancak çekinceyle birlikte bir düşmanlık duygusu besleyenlerin sayısı da az değildir. Örneğin şimdiki TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Kültür Bakanı olduğu dönemde Mimarlar Odası, sözleşmesi olmasına rağmen hukuksuz bir şekilde Yıldız Dış Karakol binasındaki yerinden apar topar çıkartılmış, eşyaları, evrakları çöp kamyonlarına konarak götürülmüştü. Nice sonra açılan dava kazanılmış ve Oda eski yerine dönmekle kalmamış, bu hukuksuz uygulamada sorumluluğu bulunan Kültür Bakanı’na şahsi dava açarak tazminat kazanmıştı.

İktidar partisi yöneticileri konuşmalarında meslek odalarını, özellikle adını vererek Mimarlar Odası’nı ideolojik davranmakla suçlamaktadırlar. Mimarlar Odası’nın kendi görevini yerine getirmediği, siyasetle uğraştığı, yerel yönetimlerin projelerini engellemeyi marifet saydığı, dava açmaktan başka bir şey yapmadığı gibi pek çok iddia sıkça dile getirilmektedir. Devlet Denetleme Kurulu’nun Cumhurbaşkanı’nın görevlendirmesiyle meslek odaları hakkında hazırladığı rapor, yönetimin bu konudaki hazırlıklarına altlık olabilecek bir çalışmayı oluşturması bakımından önemli. Raporun yayınlandığı günden bu yana yerel yönetimlerden en üst kamu yöneticisine kadar her fırsatta meslek örgütlerine, özellikle de Mimarlar Odası’na saldırmak, kapatma tehditleri savurmak rutin bir söylem tarzı oldu. Hatta bazı müteahhitler Oda’yı teröristlikle bile suçlayabildi.

Meslek odalarını savunmak, görevlerinin ne olduğunu anlatmak, yönetimlerin bu yeniden yapılanma söylemleriyle dile getirdikleri önerileri deşifre etmek, kamuoyuna doğru bilgiler aktarmak durumundayız. Anlamadıkları önemli bir husus var; Mimarlar Odası, hükümetin mimarlıktan sorumlu devlet bakanlığı değildir; yönetimlerin aldığı her kararı onaylayan, onun nasıl hayata geçeceğini düşünmekle kendini sınırlayan resmî bir kurum değildir. Şüphesiz, siyasi bir yapılanma da değildir; gücünü Anayasa’dan alan, kamu yararına hizmet eden bir meslek örgütüdür. Kuruluşundan bu yana kente karşı suç niteliği taşıyan kararları ve yapılaşma uygulamalarını yakından takip etmek, incelemek, irdelemek ve gerekirse hukuki yollara başvurmakla yükümlüdür. Bu görevi, elbette idareye hoş görünmek veya zıtlaşmak için değil, toplumsal sorumluluğu gereği yapmaktadır. Kamuoyunu bilgilendirmekte; yönetimlerin gölge kabinesi gibi çalışmakta; kentle ilgili kararlarda söz sahibi olduğunu her ortamda dile getirmektedir.  

1999 Depremi ve Sonrası

1999 yılında peş peşe yaşanan depremler yakın tarihimizde gördüğümüz en büyük felaketlerdendi. Binlerce insanımızın öldüğünü, yaşam çevrelerimizin tahrip olduğunu gördük. Yıllardan beri bu coğrafyanın doğal bir olayı olarak yaşadığımız depremler bizi her zamankinden daha fazla irkiltti, önlem alınması, çare bulunması konusunda arayışa yöneltti. Bunda elbette depremin Marmara bölgesinde olmasının ve gelecek tehdidin İstanbul’a yönelik olacağına dair öngörülerin payı olduğunu da düşünebiliriz. Muhtemel İstanbul depreminin yaratabileceği hasarın büyüklüğü, kitlesel ölümlerin kolay göze alınamayacak boyutlarda olabileceği gerçeği hepimizi ürküttü.

Yapı stokumuzun sağlıksızlığı konusunda endişelerimiz vardı, ancak bu kadarını doğrusu kimse beklemiyordu. Yerel yönetimlerin yerleşilmemesi gereken bölgeleri imara açtığını, vatandaşların yapsat düzeninin vahşi pazarında sahipsiz ve korunmasız bırakıldığını, kamu yönetiminin kendi binalarını bile doğru dürüst yapmaktan aciz olduğunu ve bunlar gibi nice acı gerçeği görüyor, duyuyorduk. Üstelik böylesi bir büyük afet karşısında nasıl davranılması gerektiğine yönelik hiçbir teknik, lojistik ve psikolojik hazırlığın yapılmadığı, yöneticilerin ne yapacağını bilmez bir şaşkınlık içerisinde kaldıkları, seferber olmuş yardım gönüllülerini yönlendirebilecek bir organizasyonun olmadığı derin bir kaos ortamının yaşandığı günlerdi.

Deprem sonrasında yıkıcı sarsıntıların yerini suçlu arama günlerine bırakmıştı. Baş suçlu olarak da yeterli teknik hizmeti sunmayan, hatalı imalata göz yuman teknik elemanlar gösterildi. Deprem sonrası bölgede açılan davalar hukuk sistemimizin bu konuda ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Ölen binlerce kişinin sorumlusu olarak birkaç küçük müteahhit yargı önüne çıkarıldı ve kamuoyunun tepkisi yönlendirildi. Bunca yıkıma neden olan yapı düzeninin aktörleri, bunu yönlendirenler, izlemekle yetinenler, göz yumanlar, yapı üretim zincirinde yer alan her bir kalem iş erbabının sonuç üründeki payı üretilen belirsizlik ortamında bulanıklaştırıldı, yeterince tartışılamadı.

“Deprem Şûrası” yapıldı, bilim insanları “Ulusal Deprem Konseyi” gibi kurumsal yapılanmalarda görüşlerini, çözüm önerilerini aktardılar. Dört üniversitemizin yoğun bir çabasıyla “İstanbul Deprem Master Planı” (2003) hazırlandı, bütün bu arayışlarda afetlere yönelik çok yönlü yeni bir yaklaşım öngörülüyor ve yönetimlere yol gösterici bilimsel bir katkı sunuluyordu. Ancak, çok geçmeden Ulusal Deprem Konseyi dağıtıldı, yönetimin kararıyla hazırlanan raporlar rafa kaldırıldı. Ülkemizdeki pek çok bilimsel kuruluşun, örneğin Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin JICA (Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı) işbirliği ile hazırlattığı raporların bugün İstanbul’un yapılanmasını yönlendirdiğini, çalışmalara yol gösterdiğini söyleyebilir miyiz? Bu raporlarda riskli olduğu söylenen bölgelerdeki yapı stoku 16 sene daha yaşlanmış ve hırpalanmış olarak hâlâ yerinde duruyor. Bu raporlarda yapılmaması gerektiği söylenen hemen her şey yapılıyor; yeşil alanlar imara açılıyor, sahiller yeni dolgularla daha riskli hale getiriliyor; mahallelerde afet anında insanlara toplanma alanı bile bırakılmadı. İmar mevzuatı ve yapı denetimi alanında birbiri ardına düzenlemeler getirildi. Yeterince irdelenmeden, yaşananlardan ders çıkarmak bir yana, mevcut yapı üretme sisteminin baş sorumlularının yönlendirmesiyle hazırlanan yönetmelikler evrile değişe bugün tartıştığımız kentsel dönüşüm sürecine dönüştü. Kentsel dönüşüm alanlarının riskin bertaraf edilmesine yönelik olarak değil, rantın değerine göre belirlendiği çok açık bir şekilde görülüyor.

Mimarlığımızı ve Eğitimimizi Sorguluyoruz

Mimarlık ve Eğitim Kurultayı fikri 1999 depreminin sonrasında gündeme geldi. Marmara depreminden sonra yıkımın nedeni eksik teknik hizmet olarak gösterilmesiyle, o zamanki yönetim yine kanun hükmünde kararnamelerle ortamı düzenlemeye kalkışmış; 595 ve 601 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle bir takım uzmanlıklar ihdas edilmişti. Tartışmalar ve davalar sonucunda bu KHK’lar iptal edildi, başka süreçler yaşandı. Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ daha kanun hükmünde kararnamelerle, torba yasalarla yapı üretim sürecinin düzenlenmesine çalışıldığını, getirilen her yeni yönetmeliğin başka başka sorunlara yol açtığını, sonuçta yine tartışıldığını görüyoruz.

Teknik elemanların eğitiminin yetersizliğinin dile getirilmesi, yapı denetiminin “uzman” mimar ve mühendisler eliyle yapılması yönündeki girişimler sonuçta Mimarlar Odası’nın akademia ile birlikte yeni bir değerlendirme sürecinin başlatılmasını tetikledi. Ülkemizdeki mimarlık diplomalarının uluslararası standartlardaki yetersizliğini tartışırken, meslek örgütlerinin “uzmanlık” sertifikası düzenlemekle görevlendirilmek istenmesi tartışmayı körükledi. Meslek örgütleri uzmanlığın akademik bir eğitimle sağlanabileceğini dile getirdi ve böyle bir görevlendirmeyi reddetti. Bu şartlar altında Mimarlık ve Eğitim Kurultayı düzenlenmesi ve sorunlarımızın birlikte irdelenmesi gündeme geldi. İlk kurultay “Nasıl Bir Gelecek, Nasıl Bir Mimarlık?” başlığı altında 2001 yılında gerçekleştirildi. O tarihten bu yana iki yılda bir değişik temalar çerçevesinde toplam sekiz kurultay düzenlendi.

Sorunun bir bütün olarak, birbirine bağlı bir zincir olarak gözden geçirilmesi ve her birisinin beraber irdelenmesinin sağlanması kurultayların önemli bir kazanımı. Elbette eğitimde eksiklikler vardı, elbette yönetmeliklerimiz eksikti, elbette Türkiye’deki genel tasarım kültürü ya da mimarlığa bakışta sorunlar vardı ve bütün bunların birlikte ele alınması gerekiyordu. Mimarlık eğitiminin ve mimarlık meslek ortamının birbirinden kaynaklanan ve birbirine yansıyan sorunlarının bir bütün olarak ele alınmasının önemli olduğunun kavranması kurultay çalışmalarının temel motivasyonu olduğunu belirtebiliriz. Mimarlık alanındaki paydaşların birbirini dinleme, anlama ve ortak değerlendirme ortamının sağlanması, ortak değerlendirme platformlarının oluşması, bugün karşımızdaki devasa sorunların üstesinden gelebilme konusundaki ortak irade gösterebilmemizi, bu konuda umutlu olabilmemizi sağladı. Mimarlık eğitiminin başlangıcından, sürekli mesleki eğitime kadar geniş bir yelpazede her konu kendi içerisinde irdelendi, farklı yapılanma önerileri ortaya atıldı, bunların bir kısmı olgunlaştı, kurumlaştı.

Doğal olarak hepimizin mimarlık meslek uygulamasıyla ilgili ayrı bir görüşü vardı. Oda içersinde de bir tartışma süreci yaşandı; mimarlık meslek hukuku, mimarlık eğitiminin süresi, mimarlık eğitiminden sonra meslek pratiği, mesleğe kabul gibi konularda tartışmalar yürütüldü. Uluslararası mimarlık kuruluşlarının uygulanmasını tavsiye ettikleri kararlar, eğitim süreleri, nitelikler ve Türkiye’deki yasal zorunlulukları bu süreç içersinde Mimarlar Odası ve eğitimciler olarak beraberce bir noktaya getirebildik. Bazı oluşumlar süreç içersinde kurultay kazanımı olarak hayatımıza girdi; Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi (SMGM) ve Mimarlık Akreditasyon Kurulu (MİAK) kurultay tartışmalarının bir ürünü olarak hayatımızda yer aldı, kendi yapılanmaları içinde çalışmalarını sürdürüyorlar.

Mimarlık ve mimarlık eğitiminde uluslararası standartların aranması kurultaylar sürecinde gündeme geldi ve kendi kendimize yeterlilik duygusundan sıyrılmaya başladık. Çok iyi eğitim veriyorduk, çok mimar yetiştiriyorduk, ama mimarlarımız sınırlarımızdan bir metre dışarı çıktıklarında “siz mimar değilsiniz” denildiği zaman şaşkına dönüyorlardı ve biz de yurtdışında mimar olarak tanınmayan mimarlar yetiştirenler olarak mahcup oluyorduk. Bunun nasıl giderilebileceği konusunu uzunca bir süredir tartışıyoruz. Uluslararası standartlarda eğitim yapmak, asgari eğitim koşullarını verebilmek önemli. Dört yılda yetki almak ve bu yetkiyi kayıtsız, şartsız ömür boyu kullanmanın artık olamayacağı çok kolay kabullenilmese de, sürekli mesleki gelişim konusundaki çalışmalarda hukuksal olarak bir geri adım atılmasına neden olunsa da, zihinlerde yer etmeye başladı.  

AB çerçevesinde düzenlenen uyum yasalarından “Mesleki Yeterliliklerin Belirlenmesi ve Karşılıklı Tanınması” başlıklı AB direktifi bu kapsamda önemli bir eşik olarak değerlendiriliyordu. Ancak ülkemizle AB arasındaki ilişkilerin dalgalı bir seyir izlemesi ve bu uyum yasasının, AB Genel Sekreterliği (şimdi bakanlığı) bünyesinde hazır olmasına rağmen bekletilmesinin doğal olarak bazı haksız uygulamalara yol açabildiğini görüyoruz.

“Mimarlığın ve mimarların kimyası değişiyor”; bu sav doğal olarak hayli tartışmalı; dilerim önümüzdeki süreçte farklı katılımlarla bu konuyu değişik boyutlarıyla ele alma fırsatı buluruz. Mimarlık okulları arasındaki farkların giderek artması, öğretim üyesi yetersizliği, mekân ve altyapı eksiklikleri ve pek çok idari sorun altında boğuşan okulların durumu elbette Kurultay ortamlarında da ele alınan konulardan birisi. Devlet ve vakıf bünyesindeki okullarda farklı boyutlarda sorunlar olduğunun bilinmesi, ayrıştıran, dışlayan, ötekileştiren değil, sorunları irdeleyen bir değerlendirme sürecine ihtiyaç olduğunun unutulmaması gerekiyor. Mimarlık kontenjanlarının durumu ve bu kontenjanların dağılımındaki dengesizlikler özel bir değerlendirmeye ihtiyaç gösteriyor. Burada esas sorun devlet üniversitesi ve vakıf üniversitesi arasında bozulan dengenin, vakıf üniversitesi mezunlarının hızla artmasının yakın ve orta vadede mezun olacak mimarların sınıfsal bileşimindeki değişikliğin, iş olanaklarındaki eşitsizliğin, bunun meslek ortamına nasıl yansıyacağının ele alınması, değerlendirilmesidir.

UIA 2005 Dünya Mimarlık Kongresi

UIA Dünya Mimarlık Kongresi’nin 2005’de İstanbul’da tüm kentte yaşanacak bir mimarlık şöleni olarak düzenlenmesi fikri hepimizi heyecanlandırmıştı. 1999’da Beijing’de yapılan UIA Kongresi’nde 2005’de İstanbul’da yapılacağı kararlaştırılmış, o tarihten itibaren ciddi bir hazırlık süreci başlatılmıştı.

Kimi çağrılı olarak katılacak ünlü isimlerin etrafında yaratılan büyülü atmosferi yaşamak, kimi akademik bildiri sağanağından yararlanmak, bazıları da mesleğimiz adına yaşanacak böylesi büyük bir etkinliğin coşkusuna katılmak heyecanıyla kongreyi bekledik. Ele alınmasını ve tartışılmasını istediğimiz, ülkemiz ve mesleğimiz için hayati önemde gördüğümüz konular çerçevesinde düzenlenen tartışma ortamlarına meslektaşlarımızın katılmaları, katkı koymaları önemliydi. Bu tartışmaların çalışmalara yol göstereceğini, bizleri zenginleştireceğini düşünüyorduk. Mesleğimizin oldukça hırpalandığı ülkemizde dünya mimarlarıyla toplanıyor olmamız önemli bir şanstı.

Mimarlar Odası İstanbul Kongresi öncesinde yedi bölgede Türkiye Kongreleri’ni düzenleyerek genel kurula sunulacak ulusal bildirgenin temalarını yerelde tartışmaya açmıştı. Bu yöntem yerelde sahiplenmeyi getirmekle kalmamış, Dünya Mimarlık Kongresi’ni belirli bir tarih içerisine kısıtlamaması bakımından da yararlı olmuştu. İstanbul Kongresi belirlenen “Kentler/MimarlıkLAR’ın Pazaryeri” teması çerçevesinde, çok yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. UIA çevrelerinde İstanbul Kongresinin çok başarılı geçtiği yönünde bir kanaat hâlâ dillendiriliyor.

Elbette böylesi bir etkinlik çerçevesinde pek çok tartışmanın, kırgınlıkların yaşandığını da hatırlatmalıyım. Sonuçta bu ortamda neler konuşulduğu, “mimarlıkların pazaryeri” temasının farklı şekillerde nasıl değerlendirildiği, gerilimler, eleştiriler vb. hepsi arşivde ve hafızalarımızda.

Ulusal Mimarlık Politikası

2000’li yıllarda gündemimize yeni bir konu girdi; mimarlığımız ve kentleşmemiz adına sevindirici bir tartışma ortamı yaratıldı. Ulusal Mimarlık Politikaları, mimarlık ürünleri ve yapılı çevrenin niteliğinin kamu yararına olduğu düşüncesinden hareketle, mimarlık uygulamalarında standartları yukarıya çekme hedefini, hükümet politikalarıyla bütünleştirme amacını taşıyan metinlerdir. Özellikle kamu yapılarının inşa süreciyle ilgili belirli koşulların getirilmesi, kamunun yol gösterici olması hedeflenmekte, nitelikli yapılara ulaşmanın yolları aranmakta, bu amaçla mimarlık meslek kuruluşlarıyla hükümet kurumları arasında işbirliği ortamları sağlanmaktadır. Sadece kamunun değil, inşaat sektörünün geneli için yüksek nitelikli bir referans çerçevesi çizilmesi hedeflenmekte, yüksek kalite, yüksek standartlar, sürdürülebilir kalkınma, mimari mirasın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması ve mimarlıkta yenilikçi yaklaşımların özendirilmesi gibi başlıklar ele alınmaktadır.

Kimi ülkelerde yasa şeklinde, kimi ülkelerde hükümet politikası düzeyinde, kimi ülkelerde de farklı biçimlerde yürürlükte olan, kabul gören mimarlık politikaları vardı. Ulusal düzeyde kabul gören politikaların yanı sıra, bölgesel ve yerel yönetimler de mimarlık ve yapılı çevreye ilişkin çeşitli politikalar oluşturmaktaydı. Bu kapsamda yapılan çalışmalarda, farklı ülkelerin mimarlık politikaları veya strateji belgeleri biçiminde oluşturdukları metinler, yol gösterici, ufuk açıcı olmuştu. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın ardından üzerinde ayrıntılı bir şekilde çalışılarak geliştirilen Türkiye Mimarlık Politikası metni, Nisan 2006’da gerçekleştirilen Mimarlar Odası Genel Kurulu’nda gündeme alınarak değerlendirilmiş ve benimsenmiştir. 2006 ve 2007 yıllarında yoğun bir şekilde yürütülen etkinliklerle mimarlara, merkezî ve yerel yönetimlere, mimarlık okullarına ve kamuoyuna sunulan; değerlendirilmesi, geliştirilmesi, irdelenmesi ve nihayetinde benimsenmesi istenen Türkiye Mimarlık Politikası üzerindeki tartışmanın sürmesi, metnin ve gerekçesinin güncellenmesi, mimarlık uygulamalarında rehber olarak kullanılması bugün için de gündemdedir.

Uluslararası ortamda bu konuda yaşanan gelişmeler ve yapılan çalışmalar Odamızca yakından izlenmiştir. Mimarlar Odası, Avrupa Mimarlar Konseyi’nin çalışmalarına katılmaktadır. AB dönem başkanlığını üstlenen ülkelerin sırasıyla ev sahipliği yaptıkları ve meslek kuruluşlarıyla birlikte ülkelerin mimarlıkla ilgili kararlarda etkin olan kamu kuruluşlarının temsilcilerinin de katıldıkları Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu’na da üye olmuş ve Türkiye’den kamu yönetiminin temsilcilerinin de katıldığı toplantılarına katılmıştır.

Kentlerimiz Dönüşüyor

Kentlerimize baktığımız zaman içimizi acıtan, bütün iyimserlik çağrılarına rağmen gelecek için karamsar olmamıza yol açan bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bu kentlerde yaşıyor, çalışıyoruz; bu yapılarda bizim de imzamız var, bizler de sorumluyuz; ama gerçek bu kadar basit olmayabiliyor. Mimarlar olarak kentlerin planlamasında, yapı ve yapılı çevre üretimiyle ilgili kararlarda ne yazık ki, yeterince etkin olamadığımızı görüyoruz. Sadece imar mevzuatı gerekli gördüğü için bir mimarın imzasına başvurulması, öte yandan mimarlığın aranmadığı, talep edilmediği, hatta yer yer erişilmez bulunduğu bir ortamda, meslektaşlarımızın kendilerini sadece projelerini üstlendikleri yapıların parselleriyle sınırlamaları, kentle ve kentleşmeyle ilgilenmemeleri, mimarlığın kentleşmeye bakışında bir zafiyet yaratmıştır denebilir.

Kentlerimiz ciddi bir sorun yumağına dönüşmüş durumda. Kentlerimizin küresel sermayenin yarattığı olağanüstü bir rant baskısına maruz kaldığını; özellikle İstanbul’da hemen her gün bir büyük imar hamlesi haberinin günlük basında yer aldığını, kentimizi yaşanılır kılabilmek, yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla değerlendirilebilecek alanların birer birer yapılaşmaya açıldığını görüyoruz. Kentlerimiz dönüşüyor, hem de çok hızlı bir şekilde dönüşüyor. Doğal olarak her zaman kentlerde bir dönüşüm yaşanır, ama bugün müthiş bir rant kavgası var ve meslektaşlarımız içerisinde de bu rantın teknisyenliğini yapmak zorunda kalan, buna özellikle istekli de olan meslektaşlarımız olabiliyor.

Ülkemizin yakın uzak tarihi içerisinde pek çok yabancı mimarın eserinin kentlerimizde yer aldığını, bunların mimarlık tarihi derslerinde de gösterildiğini, bu anlamda bir yabancı düşmanlığının söz konusu olmadığını içtenlikle söylerken; bazı ünlü yabancı mimarların, yanlış ve haksız imar uygulamalarını perdelemek için ülkemize davet edildiklerini gördük. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı meslektaşımız Kadir Topbaş’ın “herkes ipek kumaş dikemez” diyebildiğini, ülkemizde geçerli imar hukuku çerçevesinde henüz çalışma izni bile alma zahmetine katlanmayan bu yabancı mimarlara, büyük iltifatlarla önemli kentsel projelerin sorumluluğunun verilebildiğini gördük.

Öte yandan, meslektaşlarımızın kendilerini sadece projelerini üstlendikleri yapıların parselleriyle sınırladıklarını, kentle ve kentleşmeyle çok da ilgilenmediklerini gördük. Hatta bazı meslektaşlarımızın, bu büyük imar pazarından pay alabilme telaşı içine girdiklerini, merkezî ve yerel yönetimin her gün bir yenisini piyasaya sürdüğü yanlış ve haksız imar uygulamalarına karşı Mimarlar Odası’nın yürüttüğü mücadeleden rahatsız olduğunu gördük.

Kentlerde yaşamak da yönetmek de ayrı bir sorumluluk gerektiriyor. Bunca sorunun üstesinden gelebilecek iradeye, kentin olanaklarını, zenginliğini bilerek davranabilme, potansiyeli harekete geçirebilme becerisine sahip olmayı gerektiriyor. Şüphesiz ki kentlerde mimarlık yapmak da sorumluluk gerektiriyor. Kentlerde yıllardır onca mimarın, yapı ustasının eserinin, birikiminin yanına kendi yorumunuzu, yapınızı koymak; katkınızı, yaratıcılığınızı esirgememek; nitelikli tasarım katkısıyla sadece yapının sahibine ve kullanıcısına değil, kente ve kentliye yaşam kalitesini, beğeni düzeyini yükselten bir etki bırakabilmek... Yıllardır pek çok meslektaşımız çok saygın eserler gerçekleştirdiler, bunca kaosun içerisinde kolaylıkla fark edilmese de, kullanıcıları tarafından hoyratça değiştirilse de nitelikli duruşlarıyla örnek olmaya devam ediyorlar.

Mimarinin dünyanın herhangi bir yerinde görülebilecek bir yapının bu topraklara ışınlanması işlemine; planlamanın ise arsa sahibiyle yatırımcının pazarlığı olarak görülmesine indirgendiği ortamlarda, bizim anladığımız anlamda mimarlığın ve planlamanın bu olmadığının, sağlıklı kentleşmenin, yaşanılır kentler yaratmanın çözümünün bu olmadığının özellikle vurgulanması, kamuoyuna açıklanması gerekiyordu. Mimarlar Odası’nın bugüne kadar yaptığı, bugünden sonra da daha iyi bir şekilde yapması gereken özetle budur.

Değişen Dünyayı Kavramak

Küreselleşmenin meslek alanlarımıza getirdiği “mimarlık mesleğini yapma biçimiyle” nasıl ilişkileneceğimiz sorusunun cevabı mimarlık pratiğimizi doğrudan ilgilendirmektedir. Dünyamızda her şey hızla değişmekte ve bu değişimin birçok olumlu, olumsuz etkileri olmaktadır. Ülkemizde uygulanan liberal politikalar ve buna bağlı olarak yapılan yasal ve yönetsel düzenlemeler karşısında Mimarlar Odası’nın kamusal ve toplumsal sorumlulukları da artıyor.

Böyle bir tartışma başlığı altında her şeyden önce küreselleşmenin artan etkisine, bunun mesleğimize yansımalarına değinmemiz, küresel hizmet ticaretini gündeme getirmemiz gerekiyor. Küresel hizmet ticareti kapsamında, yıldız mimarlar, bunların yarattığı modalar, modaların ışın hızıyla yayılması vb. bunların hepsi gündemde; bunlar Türkiye’deki mimarlık meslek ortamına doğrudan etkiliyor.

Mimarlık bürolarının değişimini de bu kapsamda irdeleyebiliriz. Türkiye bir küçük bürolar cenneti, genellikle bir iki mimarın oluşturduğu bürolar çoğunlukta. Küreselleşen ve küresel hizmet ticaretinin arttığı bir dünyada bu bürolarımızın nasıl evrildiğini, buna yetişemeyen, buna cevap veremeyen büroların neler yapacağını görmemiz, göstermemiz gerekiyor. Sonuçta bu bürolar bizim mimarlık meslek ortamımızın önemli aktörleri.

Mimarın profiline baktığımız zaman, mimarın farklı hallerini görüyoruz. Tasarım yapan mimar, ücretli mimar, kamu görevlisi mimar gibi bir sürü ana başlıklar altında gruplandırmalar yapabiliyoruz. Mimarlar Odası’na kayıtlı 47.862 mimar var (31.12.2015 tarihi itibariyle); çok önemli bir kesim ücretli olarak çalışıyor. Bürolarda ya da yapı sektörünün farklı alanlarında, kamu kesiminde ücretli olarak çalışıyor. 2015 yılında büro tescili yapmış büro sayısı 9.268 (yüzde 19). Bunları da tek kalem halinde göremiyorsunuz. Büyük büro, küçük büro var, metropollerdeki bürolar var, Anadolu kentlerindeki bürolar var ve bütün bunlarla beraber butik hizmet yapan bürolar var, müteahhit kapsamında değerlendirebileceğimiz mimarlar var; yani kendi içinde farklılaşan kesimler var. Bu farklı mimarların her birisinin meslek örgütünden beklentileri de farklı. Dolayısıyla, öne alınmasını istediği görevler, öncelikle ele alınmasını dile getirdiği talepler var ve bunları sürekli dile getiriyorlar. Üyeler Oda’ya kızıyor, eleştiriyor, ama başı sıkıştığında da “Odam nerede” diyebilmesini, Oda’ya yeni görevler yüklemesini, Oda’sını hatırlamasını önemli buluyorum.

“Meslek örgütlenmesi nereye gidiyor, nasıl olmalı, yakın gelecekte bizleri neler ve ne gibi görev alanları bekliyor?” konusunu bu değerlendirme çerçevesinde açmak isterim. Böylesi kritik anlarda yöneticilerin dünyada ve ülkemizde mesleğimizi ilgilendiren konulardaki gelişmeleri dikkatli bir şekilde takip etmek, gerekli düzenlemeleri yapabilmek gibi bir görevi var. Bu nasıl gerçekleşecek? Öncelikle mevcut yapıyı ve geleneği iyi tanımlamak, ona sahip çıkmak ve geliştirmekle göreve başlamak gerekiyor. Bunu özellikle boş bir arsaya yapı yapılmadığı duygusunu belirtmek için söylüyorum. Mimarlar Odası’nın bunca yılda yaptıklarının, yapabildiklerinin farkında olunması önemli. Elbette daha iyisini yapmak için mutlaka yenileri gelecektir, ama bu birikimi bilmek, anlamak önemli. Geleni anlamak, algılamak, kavramak, yorumlamak ve bunların sonucu olarak da Oda’nın yeni misyonunu belirlemek gerekiyor. Bu süreç tabii ki birdenbire böyle bir yıldırım parlaması gibi zihnimize geliverebilecek bir şey değil. Yönetimlerin sorumluluğu sadece gündemin ve çalışma programının hayata geçirilmesinde değil, bir ölçüde bu arayışların örgütlenmesinde ve gelecek yönetimlere birikimleriyle birlikte devredilebilmesindedir diye düşünüyorum. Artan üye sayısı, görevlerin çoğalması, beklentilerin artması, yeni bir yapılanmayı ve Mimarlar Odası’nın daha güçlü olmasını gerekli kılıyor.

Meslek ortamında yeni yapılanmalar gündemde. Mimarlık Vakfı, Mimarlık Enstitüsü kendi alanlarında uzun yıllardan beri ortama katkı yapmaya çalışıyorlar. Benzer şekilde Oda’yla bağını doğrudan kuran, Oda’yla beraber çalışan yapılar oluşuyor; Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi, Mimarlık Akreditasyon Kurulu, Mimarlık Mesleğe Kabul Kurulu, Mimarlık Araştırmaları Merkezi gibi. Bu yapılanmaları geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bu yapılanmalar meslek ortamına katkı sağlanabilmesinin yollarını önemli oranda zenginleştiriyorlar ve alanlarıyla ilgili önemli birikim sağlıyorlar. Bu yapılarla ilgili deneyimlerin irdelenmesi, olanaklarının ve varsa risklerinin iyi değerlendirilmesi gerekmekte. Oda örgütlülüğünün daha aktif olabilmesine yönelik kurumsal destek sağlama potansiyelleri olduğunu düşünüyorum. Bütün bu yapıların meslek örgütümüzle nasıl bir ilişki içerisinde çalışmayı yürütecekleri, ne gibi görevler üstlenecekleri çok dikkatli bir şekilde irdelenmelidir. Oda yönetimlerindeki tartışmalardan etkilenmeden, Oda’ya rağmen veya Oda’yla rekabet eden bir kurumlaşma değil, mimarlık çalışmalarına, mesleğimizin gelişmesine, dolayısıyla Oda’ya, mimarlık meslek ortamına üretimleriyle hizmet vermeleri, yardımcı olmaları amaçlanmalıdır. Bunlar şimdiye kadar çok denenmemiş yapılardır. Bunları kendi içerisinde yenilenmesini ve sürekliliğini sağlayan bir yapılar bütünü olarak görmemiz ve geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Gezi Olaylarından Bugüne…

2013 yılına Gezi olayları damga vurdu diyebiliriz. Taksim Gezi Parkı’nın yapılaşmaya açılması girişimi yıllardır kentlerimizin her bölgesinde yaşanan rant ve talan çılgınlığına karşı kamuoyundaki biriken tepkinin fitilini ateşleyen bir etken oldu. Yakın tarihimizde göremeyeceğimiz bir katılımla kitleler olayı protesto ettiler, yönetimin polisiye tedbirlerle olayı çözmeye çalışması gerilimi tırmandırmış, İstanbul başta olmak üzere tüm kentlerde protestolar çığ gibi büyümüştü. Ülkemiz ender görülecek bir şekilde bir yapılaşma projesine, bir kent sorununa karşı büyük bir başkaldırı içerisine girdi. Yönetime karşı biriken öfke bu kanaldan dışa vurmuş, olaylarda ne yazık ki pek çok gencimiz hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Alışık olduğumuz kentli direnişlerinden nicelik ve nitelik olarak oldukça farklı bir mücadele içerisinde tüm toplumun dikkati bu soruna kilitlendi. Dünyadaki benzer direniş örneklerine dikkat çekildi, farklı katılım ve örgütlenme önerileri, yaratıcı fikirler, “orantısız zekâ” ürünü sloganlar peş peşe ortaya atıldı; ortam benzersiz bir hâl aldı.

Mimarlar Odası pek çok kuruluşla birlikte Gezi Parkı dayanışmasının içerisinde yer almış, meslektaşlarımızın ve kamuoyunun da yürekten desteğiyle ortamın neredeyse sözcülüğü görevini üstlenmiştir. Bu çabanın içerisinde doğrudan yer alanların yargılanması, bedel ödettirme gayretleri sürdü; ama neticede Gezi Parkı yapılaşmasına da izin verilmemiş oldu.

Bugün ise bambaşka bir atmosfer içerisindeyiz. Ne zaman ve nasıl biteceğini kestiremediğimiz bir savaşın dehşetini yaşıyoruz, tüm dünyayla birlikte. Kanıksanan ölüm haberleri, ağır bombardımanlar altındaki kentler, göç yollarına düşen binlerce insan… On binlerce kişinin yaşadığı kentlerde günlerce sokağa çıkma yasağı uygulanıyor, hendekler kazılıyor, kapanması için ordu tanklarla kentlere giriyor, evler yıkılıyor, insanlar bulabildikleri sopalara geçirdikleri beyaz bezlerle mahsur kaldıkları evlerinden çıkmaya çalışıyorlar. Ekranlarda izleyicileri daha fazla irkiltmemek için ehlileştirilmiş savaş görüntülerini izliyoruz, bunlar bile dehşet verici. UNESCO Dünya Miras Listesine yeni giren Diyarbakır Sur ilçesi yerle yeksan olmuş. Başbakan en kısa zamanda Toledo’ya benzer bir kent inşa edileceğini müjdeliyor; inşaat en sevdiğimiz kelime…

Seçimlere doğru artan ve sonrasında iyice tırmandırılan terör ortamında endişeler içinde yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. 10 Ekim Cumartesi günü Ankara’da meslek örgütlerinin ve sendikaların gerçekleştireceği Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi ülke tarihindeki en kanlı terör saldırılarından birinin hedefi oldu. Yüzün üzerinde vatandaşımız hayatını kaybetti ve ne yazık ki böylesi bir acı bile bizi birleştiremedi, acımızı ortak bir duygudaşlıkla yaşayamadık. Bütün ülke bir “taziye çadırı”na döndü. Savaş olmasın, insanlar ölmesin demek, barış istemek suç sayıldı, bildiriye imza atan akademisyenler okullardan uzaklaştırıldı.

Mimarlığı, meslek ortamımızı, kentlerimizin yaşam kalitesini nasıl geliştirebileceğimizi konuşuyoruz; bir yanda da en temel insan hakkının, insanca yaşama hakkının, barınma hakkının yok edildiği ortamları görüyoruz. Sözlerimiz, dileklerimiz anlamsızlaşabiliyor. Ölen her insanla biraz daha eksildiğimizi, vicdanlarımızın yıkılan binaların enkazları altında ezildiğini hissediyoruz. Dünyanın, ülkemizin ve içinde yaşadığımızın coğrafyanın geleceğe yönelik iyimser olmamıza izin vermeyen atmosferi bir karabasan gibi üzerimize çöküyor.

Yıkılan kentleri yeniden yapmak, yaşam çevrelerini yeniden yeşertmek, elbette çok önemli, nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiğini söylemek, yapılanlara yol göstermek, yardımcı olmak meslek insanları olarak görevimiz. Sonuçta binlerce yılın kültürel birikiminin katmanlaştığı yerleşimlerden söz ediyoruz. Asıl sorun kırılan kalplerin, gösterilmeyen empatinin, ötekileştirmenin yarattığı burukluğun nasıl giderileceği, birbirimizin acısına yabancılaşmanın aşındırdığı insani değerlerin nasıl onarılacağı, özcesi insan olarak yapmamız gerekenlerdir.

Çocuklarımıza savaşsız bir dünya vaat etmiştik, geçmişteki acıların yaşanmaması için çaba sarf edeceğimizi söylemiştik; şimdi bu duyarlılığı göstermenin zamanı diye düşünüyorum. Yeter ki istensin. Yeter ki barışa bir şans verilsin.

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder