Arredamento
Mimarlık dergisinin 300. sayısını, emeği geçen herkesi kutluyorum; dergi nitelikli
içeriğiyle Türkiye mimarlık ortamına önemli bir katkı sağlamıştır. Derginin yayına
başladığı günden bugüne yaşadığımız 26 yıldaki değişimlerin farklı yönleriyle irdelenmesi
çerçevesindeki katkılar sadece geçmişin hatırlanmasını sağlamayacak, bugünümüzü
ve gelecek öngörülerimizi tartışmamız bakımından da önemli bir fırsat sunacaktır
diye düşünüyorum. Ben de bu bütünlük çerçevesinde meslek örgütlenmesi üzerine
bazı tespitleri, yakın tarihimizdeki önemli gündemleri ve geleceğe yönelik
önerilerimi paylaşmaya çalışacağım.
1989’a Doğru
80’lerde
Türkiye’nin yaşadığı kaos ortamı diğer toplum örgütlerini olduğu gibi, şüphesiz
Mimarlar Odası’nı da etkilemişti. Bir yandan meslek ortamının geçirdiği
değişiklikler, meslekler arasında yaşanan gerginlikler, ihtisas ayrımının tam
olarak sağlanamaması gibi sorunlar; öte yandan kamu ve toplum yararına çalışan
bir meslek kuruluşu olarak Oda’nın yöneticiliğini üstlenen isimlerin bu
ortamlarda yaşadığı sıkıntılar, doğal olarak Mimarlar Odası’nı kendi konumunu
gözden geçirmeye yöneltmişti. 1954’deki kuruluşundan itibaren üç şube ve
bunlara bağlı temsilcilikler çerçevesinde sürdürülen örgütlenme çalışmaları
1986’daki şubeleşme kararlarıyla yeni bir döneme evrildi. 1986’da yapılan
tartışma ve ardından gelen ülke çapında örgütlenme çalışmaları, Oda’nın tarihi
içerisinde önemli bir dönüm noktası işlevini görmüştür. Mimarlar Odası’nın yurt
sathında yaygınlaşması, sorumluluğun paylaşılması anlamında bile olumlu
olmuştur. Oda’nın söylemlerinin geniş bir coğrafyada etkin bir şekilde
duyurulması ve hayata geçirilmesi mümkün olabilmiştir. 1986’yı Oda tarihinde
yeni bir açılım, yeni görevlerin değerlendirilmesi ve Oda yapılanmasının yeni
görevlere göre yeniden kurgulanması ve Türkiye çapında yayılmış bir örgüt
yapısı arayışı olarak değerlendirmek mümkün.
1989’da
dünya çapında yaşanan gelişmeler, arayışın zamanlamasındaki isabetliliği
göstermişti. Özellikle demokratik kitle örgütlerinde, meslek kuruluşlarında,
sendikalarda yaşanan kargaşa pek çok ülkede farklı etkililikte ve boyutlarda hissedilmişti.
Ancak ülkemizde diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak değerlendirilmesi
gereken bir durum söz konusuydu. Öncelikle 1980’e gelene kadarki kargaşa ortamını
ve 1980’den itibaren yaşanan zor ortamını sayabiliriz. 80 sonrasının teneffüs
edilmesi güç havası demokratik kitle örgütlerinde yönetim kademesinde görev
alanların dağılmasına, ilgisizleşmesine, hapislikle veya göçmenlikle sonuçlanan
yollara savrulmalarına yol açmıştı. Ve son olarak da Berlin duvarının yıkılmasının
ardından yaşanan derin hayal kırıklığının getirdiği savrulmayı belirtmek
gerekiyor. Demokratik kitle örgütlerinde görev alan, çalışmaları omuzlayan pek
çok insanın artık ürkmesi, dahası yapılanları anlamsız bulması, uzaklaşması, en
iyimser ihtimalle sadece uzaktan desteklemekle yetinmesi ciddi bir kopuşun
yaşanmasına yol açmıştır.
Her
dönem böylesi değişikliklerin yaşandığı ve gidenlerin veya yorulanların yerini
yeni gelenlerin doldurduğu, yeni heyecanların, yeni beklentilerin olduğu
gözlenebilirdi. Ancak 80 sonrasının yarattığı apolitiklik rüzgârı böylesi
çalışmalara gönüllü olmanın özendirildiği bir ortamı sağlamaktan oldukça
uzaktı. Mimarlar Odası’nın da ortamın bir aktörü olarak etkilenmemesi olanaksız
bu gelişmelerden payına düşeni aldığını söyleyebiliriz. Belki diğer demokratik
kitle örgütlerinde, sendikalarda oldukça ağır bir şekilde hissedilen bu
sarsıntıyı, özgül şartları nedeniyle Odamız daha hafif atlatmış olabilir. Ancak
gelişmelerin tamamen dışında kalındığını ve yaşanan tartışmaların hiç de
böylesi bir nedene bağlanamayacağını söyleyebilir miyiz?
Kent Suçlarına Karşı
Yoğun Mücadele
Mimarlar
Odası’nın o sıkıntılı günlerin zor şartları altında Tarlabaşı yıkımlarına karşı
verdiği mücadele önemli bir değişimin işaret fişeği olmuştur. Yerel
yönetimlerin ANAP zamanında yetkilerinin artırılması ve mali açıdan güçlendirilmesi
özellikle İstanbul genelinde pek çok yıkımın yaşanmasına yol açmıştı. İstanbul
60 öncesindeki Menderes yıkımlarından sonra büyük Dalan yıkımlarını yaşadı. “Seçildim,
yaparım” anlayışı, hukuk tanımazlık o günlerde de geçerli bir davranış şekli
olarak yöneticilerde yer etmişti, Haliç, Tarlabaşı, her yer yıkılıyor, “temizleniyordu”.
Elbette tepkinin örgütlenmesi de gecikmedi; kent suçları kavramının dile
getirilmeye başlanması, kentli inisiyatiflerin çabaları, ortak savunma
refleksleri geliştirilmesi o dönemin kazanımları olarak dile getirilebilecekler
bu eylemlerin sonucuydu. Nitekim daha sonraki yıllarda da özellikle önem
kazanan mahalle dernekleri, çevrelerini koruma çabası içerisine giren duyarlı
kentli örgütlenmeleri dayanışması, farklı yaratıcı direniş örneklerinin gündeme
gelmesi, örnek hukuk mücadelelerinin sürdürülmesi hep o dönemin kazanımlarının
devamı olarak görülmelidir. 90’lı yılların kent direnişlerinde öne çıkan Park
Otel ve Gökkafes mücadeleleri, Arnavutköy gönüllülerinin köprüye karşı yaşam
alanlarını savunma girişimleri ve daha niceleri önemli deneyimlerdi. Mimarlar
Odası kente yönelik müdahalelerin takipçisi olmuş, hukuk ve teknik alanındaki önemli
bilgi birikimine dayanarak STK’larla birlikte direniş ortaklığını sürdürmüştür,
halen de sürdürmektedir.
Mimarlar
Odası’nın toplum ve kamu hizmetinde sürdürdüğü mücadelesi doğal olarak pek çok
kişi ve kurumu rahatsız etmekte, onların çıkarlarını zedeleyebilmektedir.
Toplumun her kesiminde meslektaşımız olsun olmasın pek çok dostumuzun olduğu
doğrudur, ancak çekinceyle birlikte bir düşmanlık duygusu besleyenlerin sayısı
da az değildir. Örneğin şimdiki TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Kültür Bakanı
olduğu dönemde Mimarlar Odası, sözleşmesi olmasına rağmen hukuksuz bir şekilde
Yıldız Dış Karakol binasındaki yerinden apar topar çıkartılmış, eşyaları,
evrakları çöp kamyonlarına konarak götürülmüştü. Nice sonra açılan dava
kazanılmış ve Oda eski yerine dönmekle kalmamış, bu hukuksuz uygulamada sorumluluğu
bulunan Kültür Bakanı’na şahsi dava açarak tazminat kazanmıştı.
İktidar
partisi yöneticileri konuşmalarında meslek odalarını, özellikle adını vererek Mimarlar
Odası’nı ideolojik davranmakla suçlamaktadırlar. Mimarlar Odası’nın kendi
görevini yerine getirmediği, siyasetle uğraştığı, yerel yönetimlerin
projelerini engellemeyi marifet saydığı, dava açmaktan başka bir şey yapmadığı
gibi pek çok iddia sıkça dile getirilmektedir. Devlet Denetleme Kurulu’nun
Cumhurbaşkanı’nın görevlendirmesiyle meslek odaları hakkında hazırladığı rapor,
yönetimin bu konudaki hazırlıklarına altlık olabilecek bir çalışmayı
oluşturması bakımından önemli. Raporun yayınlandığı günden bu yana yerel
yönetimlerden en üst kamu yöneticisine kadar her fırsatta meslek örgütlerine,
özellikle de Mimarlar Odası’na saldırmak, kapatma tehditleri savurmak rutin bir
söylem tarzı oldu. Hatta bazı müteahhitler Oda’yı teröristlikle bile
suçlayabildi.
Meslek
odalarını savunmak, görevlerinin ne olduğunu anlatmak, yönetimlerin bu yeniden
yapılanma söylemleriyle dile getirdikleri önerileri deşifre etmek, kamuoyuna
doğru bilgiler aktarmak durumundayız. Anlamadıkları önemli bir husus var; Mimarlar
Odası, hükümetin mimarlıktan sorumlu devlet bakanlığı değildir; yönetimlerin
aldığı her kararı onaylayan, onun nasıl hayata geçeceğini düşünmekle kendini
sınırlayan resmî bir kurum değildir. Şüphesiz, siyasi bir yapılanma da
değildir; gücünü Anayasa’dan alan, kamu yararına hizmet eden bir meslek
örgütüdür. Kuruluşundan bu yana kente karşı suç niteliği taşıyan kararları ve
yapılaşma uygulamalarını yakından takip etmek, incelemek, irdelemek ve
gerekirse hukuki yollara başvurmakla yükümlüdür. Bu görevi, elbette idareye hoş
görünmek veya zıtlaşmak için değil, toplumsal sorumluluğu gereği yapmaktadır.
Kamuoyunu bilgilendirmekte; yönetimlerin gölge kabinesi gibi çalışmakta; kentle
ilgili kararlarda söz sahibi olduğunu her ortamda dile getirmektedir.
1999 Depremi ve
Sonrası
1999
yılında peş peşe yaşanan depremler yakın tarihimizde gördüğümüz en büyük
felaketlerdendi. Binlerce insanımızın öldüğünü, yaşam çevrelerimizin tahrip olduğunu
gördük. Yıllardan beri bu coğrafyanın doğal bir olayı olarak yaşadığımız
depremler bizi her zamankinden daha fazla irkiltti, önlem alınması, çare
bulunması konusunda arayışa yöneltti. Bunda elbette depremin Marmara bölgesinde
olmasının ve gelecek tehdidin İstanbul’a yönelik olacağına dair öngörülerin
payı olduğunu da düşünebiliriz. Muhtemel İstanbul depreminin yaratabileceği
hasarın büyüklüğü, kitlesel ölümlerin kolay göze alınamayacak boyutlarda
olabileceği gerçeği hepimizi ürküttü.
Yapı
stokumuzun sağlıksızlığı konusunda endişelerimiz vardı, ancak bu kadarını
doğrusu kimse beklemiyordu. Yerel yönetimlerin yerleşilmemesi gereken bölgeleri
imara açtığını, vatandaşların yapsat düzeninin vahşi pazarında sahipsiz ve
korunmasız bırakıldığını, kamu yönetiminin kendi binalarını bile doğru dürüst
yapmaktan aciz olduğunu ve bunlar gibi nice acı gerçeği görüyor, duyuyorduk.
Üstelik böylesi bir büyük afet karşısında nasıl davranılması gerektiğine
yönelik hiçbir teknik, lojistik ve psikolojik hazırlığın yapılmadığı,
yöneticilerin ne yapacağını bilmez bir şaşkınlık içerisinde kaldıkları,
seferber olmuş yardım gönüllülerini yönlendirebilecek bir organizasyonun
olmadığı derin bir kaos ortamının yaşandığı günlerdi.
Deprem
sonrasında yıkıcı sarsıntıların yerini suçlu arama günlerine bırakmıştı. Baş
suçlu olarak da yeterli teknik hizmeti sunmayan, hatalı imalata göz yuman
teknik elemanlar gösterildi. Deprem sonrası bölgede açılan davalar hukuk
sistemimizin bu konuda ne kadar yetersiz ve donanımsız olduğunu bir kez daha
gözler önüne serdi. Ölen binlerce kişinin sorumlusu olarak birkaç küçük
müteahhit yargı önüne çıkarıldı ve kamuoyunun tepkisi yönlendirildi. Bunca
yıkıma neden olan yapı düzeninin aktörleri, bunu yönlendirenler, izlemekle
yetinenler, göz yumanlar, yapı üretim zincirinde yer alan her bir kalem iş
erbabının sonuç üründeki payı üretilen belirsizlik ortamında bulanıklaştırıldı,
yeterince tartışılamadı.
“Deprem
Şûrası” yapıldı, bilim insanları “Ulusal Deprem Konseyi” gibi kurumsal
yapılanmalarda görüşlerini, çözüm önerilerini aktardılar. Dört üniversitemizin
yoğun bir çabasıyla “İstanbul Deprem Master Planı” (2003) hazırlandı, bütün bu
arayışlarda afetlere yönelik çok yönlü yeni bir yaklaşım öngörülüyor ve
yönetimlere yol gösterici bilimsel bir katkı sunuluyordu. Ancak, çok geçmeden Ulusal
Deprem Konseyi dağıtıldı, yönetimin kararıyla hazırlanan raporlar rafa
kaldırıldı. Ülkemizdeki pek çok bilimsel kuruluşun, örneğin Kandilli Deprem
Araştırma Enstitüsü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin JICA (Japonya
Uluslararası İşbirliği Ajansı) işbirliği ile hazırlattığı raporların bugün
İstanbul’un yapılanmasını yönlendirdiğini, çalışmalara yol gösterdiğini
söyleyebilir miyiz? Bu raporlarda riskli olduğu söylenen bölgelerdeki yapı
stoku 16 sene daha yaşlanmış ve hırpalanmış olarak hâlâ yerinde duruyor. Bu
raporlarda yapılmaması gerektiği söylenen hemen her şey yapılıyor; yeşil
alanlar imara açılıyor, sahiller yeni dolgularla daha riskli hale getiriliyor;
mahallelerde afet anında insanlara toplanma alanı bile bırakılmadı. İmar
mevzuatı ve yapı denetimi alanında birbiri ardına düzenlemeler getirildi.
Yeterince irdelenmeden, yaşananlardan ders çıkarmak bir yana, mevcut yapı
üretme sisteminin baş sorumlularının yönlendirmesiyle hazırlanan yönetmelikler
evrile değişe bugün tartıştığımız kentsel dönüşüm sürecine dönüştü. Kentsel
dönüşüm alanlarının riskin bertaraf edilmesine yönelik olarak değil, rantın
değerine göre belirlendiği çok açık bir şekilde görülüyor.
Mimarlığımızı ve
Eğitimimizi Sorguluyoruz
Mimarlık
ve Eğitim Kurultayı fikri 1999 depreminin sonrasında gündeme geldi. Marmara
depreminden sonra yıkımın nedeni eksik teknik hizmet olarak gösterilmesiyle, o
zamanki yönetim yine kanun hükmünde kararnamelerle ortamı düzenlemeye
kalkışmış; 595 ve 601 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle bir takım
uzmanlıklar ihdas edilmişti. Tartışmalar ve davalar sonucunda bu KHK’lar iptal
edildi, başka süreçler yaşandı. Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ daha kanun
hükmünde kararnamelerle, torba yasalarla yapı üretim sürecinin düzenlenmesine
çalışıldığını, getirilen her yeni yönetmeliğin başka başka sorunlara yol
açtığını, sonuçta yine tartışıldığını görüyoruz.
Teknik
elemanların eğitiminin yetersizliğinin dile getirilmesi, yapı denetiminin
“uzman” mimar ve mühendisler eliyle yapılması yönündeki girişimler sonuçta Mimarlar
Odası’nın akademia ile birlikte yeni bir değerlendirme sürecinin başlatılmasını
tetikledi. Ülkemizdeki mimarlık diplomalarının uluslararası standartlardaki
yetersizliğini tartışırken, meslek örgütlerinin “uzmanlık” sertifikası düzenlemekle
görevlendirilmek istenmesi tartışmayı körükledi. Meslek örgütleri uzmanlığın
akademik bir eğitimle sağlanabileceğini dile getirdi ve böyle bir görevlendirmeyi
reddetti. Bu şartlar altında Mimarlık ve Eğitim Kurultayı düzenlenmesi ve
sorunlarımızın birlikte irdelenmesi gündeme geldi. İlk kurultay “Nasıl Bir
Gelecek, Nasıl Bir Mimarlık?” başlığı altında 2001 yılında gerçekleştirildi. O
tarihten bu yana iki yılda bir değişik temalar çerçevesinde toplam sekiz
kurultay düzenlendi.
Sorunun
bir bütün olarak, birbirine bağlı bir zincir olarak gözden geçirilmesi ve her
birisinin beraber irdelenmesinin sağlanması kurultayların önemli bir kazanımı.
Elbette eğitimde eksiklikler vardı, elbette yönetmeliklerimiz eksikti, elbette
Türkiye’deki genel tasarım kültürü ya da mimarlığa bakışta sorunlar vardı ve
bütün bunların birlikte ele alınması gerekiyordu. Mimarlık eğitiminin ve
mimarlık meslek ortamının birbirinden kaynaklanan ve birbirine yansıyan
sorunlarının bir bütün olarak ele alınmasının önemli olduğunun kavranması kurultay
çalışmalarının temel motivasyonu olduğunu belirtebiliriz. Mimarlık alanındaki
paydaşların birbirini dinleme, anlama ve ortak değerlendirme ortamının
sağlanması, ortak değerlendirme platformlarının oluşması, bugün karşımızdaki
devasa sorunların üstesinden gelebilme konusundaki ortak irade
gösterebilmemizi, bu konuda umutlu olabilmemizi sağladı. Mimarlık eğitiminin
başlangıcından, sürekli mesleki eğitime kadar geniş bir yelpazede her konu
kendi içerisinde irdelendi, farklı yapılanma önerileri ortaya atıldı, bunların bir
kısmı olgunlaştı, kurumlaştı.
Doğal
olarak hepimizin mimarlık meslek uygulamasıyla ilgili ayrı bir görüşü vardı.
Oda içersinde de bir tartışma süreci yaşandı; mimarlık meslek hukuku, mimarlık
eğitiminin süresi, mimarlık eğitiminden sonra meslek pratiği, mesleğe kabul
gibi konularda tartışmalar yürütüldü. Uluslararası mimarlık kuruluşlarının
uygulanmasını tavsiye ettikleri kararlar, eğitim süreleri, nitelikler ve
Türkiye’deki yasal zorunlulukları bu süreç içersinde Mimarlar Odası ve
eğitimciler olarak beraberce bir noktaya getirebildik. Bazı oluşumlar süreç
içersinde kurultay kazanımı olarak hayatımıza girdi; Sürekli Mesleki Gelişim
Merkezi (SMGM) ve Mimarlık Akreditasyon Kurulu (MİAK) kurultay tartışmalarının
bir ürünü olarak hayatımızda yer aldı, kendi yapılanmaları içinde çalışmalarını
sürdürüyorlar.
Mimarlık
ve mimarlık eğitiminde uluslararası standartların aranması kurultaylar
sürecinde gündeme geldi ve kendi kendimize yeterlilik duygusundan sıyrılmaya
başladık. Çok iyi eğitim veriyorduk, çok mimar yetiştiriyorduk, ama mimarlarımız
sınırlarımızdan bir metre dışarı çıktıklarında “siz mimar değilsiniz” denildiği
zaman şaşkına dönüyorlardı ve biz de yurtdışında mimar olarak tanınmayan
mimarlar yetiştirenler olarak mahcup oluyorduk. Bunun nasıl giderilebileceği
konusunu uzunca bir süredir tartışıyoruz. Uluslararası standartlarda eğitim
yapmak, asgari eğitim koşullarını verebilmek önemli. Dört yılda yetki almak ve
bu yetkiyi kayıtsız, şartsız ömür boyu kullanmanın artık olamayacağı çok kolay
kabullenilmese de, sürekli mesleki gelişim konusundaki çalışmalarda hukuksal
olarak bir geri adım atılmasına neden olunsa da, zihinlerde yer etmeye başladı.
AB
çerçevesinde düzenlenen uyum yasalarından “Mesleki Yeterliliklerin Belirlenmesi
ve Karşılıklı Tanınması” başlıklı AB direktifi bu kapsamda önemli bir eşik
olarak değerlendiriliyordu. Ancak ülkemizle AB arasındaki ilişkilerin dalgalı
bir seyir izlemesi ve bu uyum yasasının, AB Genel Sekreterliği (şimdi
bakanlığı) bünyesinde hazır olmasına rağmen bekletilmesinin doğal olarak bazı
haksız uygulamalara yol açabildiğini görüyoruz.
“Mimarlığın
ve mimarların kimyası değişiyor”; bu sav doğal olarak hayli tartışmalı; dilerim
önümüzdeki süreçte farklı katılımlarla bu konuyu değişik boyutlarıyla ele alma
fırsatı buluruz. Mimarlık okulları arasındaki farkların giderek artması,
öğretim üyesi yetersizliği, mekân ve altyapı eksiklikleri ve pek çok idari
sorun altında boğuşan okulların durumu elbette Kurultay ortamlarında da ele
alınan konulardan birisi. Devlet ve vakıf bünyesindeki okullarda farklı
boyutlarda sorunlar olduğunun bilinmesi, ayrıştıran, dışlayan, ötekileştiren
değil, sorunları irdeleyen bir değerlendirme sürecine ihtiyaç olduğunun
unutulmaması gerekiyor. Mimarlık kontenjanlarının durumu ve bu kontenjanların
dağılımındaki dengesizlikler özel bir değerlendirmeye ihtiyaç gösteriyor.
Burada esas sorun devlet üniversitesi ve vakıf üniversitesi arasında bozulan
dengenin, vakıf üniversitesi mezunlarının hızla artmasının yakın ve orta vadede
mezun olacak mimarların sınıfsal bileşimindeki değişikliğin, iş olanaklarındaki
eşitsizliğin, bunun meslek ortamına nasıl yansıyacağının ele alınması,
değerlendirilmesidir.
UIA 2005 Dünya
Mimarlık Kongresi
UIA
Dünya Mimarlık Kongresi’nin 2005’de İstanbul’da tüm kentte yaşanacak bir
mimarlık şöleni olarak düzenlenmesi fikri hepimizi heyecanlandırmıştı. 1999’da
Beijing’de yapılan UIA Kongresi’nde 2005’de İstanbul’da yapılacağı
kararlaştırılmış, o tarihten itibaren ciddi bir hazırlık süreci başlatılmıştı.
Kimi
çağrılı olarak katılacak ünlü isimlerin etrafında yaratılan büyülü atmosferi
yaşamak, kimi akademik bildiri sağanağından yararlanmak, bazıları da mesleğimiz
adına yaşanacak böylesi büyük bir etkinliğin coşkusuna katılmak heyecanıyla
kongreyi bekledik. Ele alınmasını ve tartışılmasını istediğimiz, ülkemiz ve
mesleğimiz için hayati önemde gördüğümüz konular çerçevesinde düzenlenen
tartışma ortamlarına meslektaşlarımızın katılmaları, katkı koymaları önemliydi.
Bu tartışmaların çalışmalara yol göstereceğini, bizleri zenginleştireceğini düşünüyorduk.
Mesleğimizin oldukça hırpalandığı ülkemizde dünya mimarlarıyla toplanıyor
olmamız önemli bir şanstı.
Mimarlar
Odası İstanbul Kongresi öncesinde yedi bölgede Türkiye Kongreleri’ni
düzenleyerek genel kurula sunulacak ulusal bildirgenin temalarını yerelde
tartışmaya açmıştı. Bu yöntem yerelde sahiplenmeyi getirmekle kalmamış, Dünya
Mimarlık Kongresi’ni belirli bir tarih içerisine kısıtlamaması bakımından da
yararlı olmuştu. İstanbul Kongresi belirlenen “Kentler/MimarlıkLAR’ın
Pazaryeri” teması çerçevesinde, çok yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. UIA
çevrelerinde İstanbul Kongresinin çok başarılı geçtiği yönünde bir kanaat hâlâ
dillendiriliyor.
Elbette
böylesi bir etkinlik çerçevesinde pek çok tartışmanın, kırgınlıkların
yaşandığını da hatırlatmalıyım. Sonuçta bu ortamda neler konuşulduğu,
“mimarlıkların pazaryeri” temasının farklı şekillerde nasıl değerlendirildiği, gerilimler,
eleştiriler vb. hepsi arşivde ve hafızalarımızda.
Ulusal Mimarlık
Politikası
2000’li
yıllarda gündemimize yeni bir konu girdi; mimarlığımız ve kentleşmemiz adına
sevindirici bir tartışma ortamı yaratıldı. Ulusal Mimarlık Politikaları,
mimarlık ürünleri ve yapılı çevrenin niteliğinin kamu yararına olduğu
düşüncesinden hareketle, mimarlık uygulamalarında standartları yukarıya çekme
hedefini, hükümet politikalarıyla bütünleştirme amacını taşıyan metinlerdir.
Özellikle kamu yapılarının inşa süreciyle ilgili belirli koşulların
getirilmesi, kamunun yol gösterici olması hedeflenmekte, nitelikli yapılara
ulaşmanın yolları aranmakta, bu amaçla mimarlık meslek kuruluşlarıyla hükümet
kurumları arasında işbirliği ortamları sağlanmaktadır. Sadece kamunun değil,
inşaat sektörünün geneli için yüksek nitelikli bir referans çerçevesi çizilmesi
hedeflenmekte, yüksek kalite, yüksek standartlar, sürdürülebilir kalkınma,
mimari mirasın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması ve mimarlıkta yenilikçi
yaklaşımların özendirilmesi gibi başlıklar ele alınmaktadır.
Kimi
ülkelerde yasa şeklinde, kimi ülkelerde hükümet politikası düzeyinde, kimi
ülkelerde de farklı biçimlerde yürürlükte olan, kabul gören mimarlık
politikaları vardı. Ulusal düzeyde kabul gören politikaların yanı sıra,
bölgesel ve yerel yönetimler de mimarlık ve yapılı çevreye ilişkin çeşitli
politikalar oluşturmaktaydı. Bu kapsamda yapılan çalışmalarda, farklı ülkelerin
mimarlık politikaları veya strateji belgeleri biçiminde oluşturdukları
metinler, yol gösterici, ufuk açıcı olmuştu. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın
ardından üzerinde ayrıntılı bir şekilde çalışılarak geliştirilen Türkiye
Mimarlık Politikası metni, Nisan 2006’da gerçekleştirilen Mimarlar Odası Genel
Kurulu’nda gündeme alınarak değerlendirilmiş ve benimsenmiştir. 2006 ve 2007
yıllarında yoğun bir şekilde yürütülen etkinliklerle mimarlara, merkezî ve
yerel yönetimlere, mimarlık okullarına ve kamuoyuna sunulan; değerlendirilmesi,
geliştirilmesi, irdelenmesi ve nihayetinde benimsenmesi istenen Türkiye
Mimarlık Politikası üzerindeki tartışmanın sürmesi, metnin ve gerekçesinin
güncellenmesi, mimarlık uygulamalarında rehber olarak kullanılması bugün için
de gündemdedir.
Uluslararası
ortamda bu konuda yaşanan gelişmeler ve yapılan çalışmalar Odamızca yakından
izlenmiştir. Mimarlar Odası, Avrupa Mimarlar Konseyi’nin çalışmalarına
katılmaktadır. AB dönem başkanlığını üstlenen ülkelerin sırasıyla ev sahipliği
yaptıkları ve meslek kuruluşlarıyla birlikte ülkelerin mimarlıkla ilgili
kararlarda etkin olan kamu kuruluşlarının temsilcilerinin de katıldıkları
Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu’na da üye olmuş ve Türkiye’den kamu
yönetiminin temsilcilerinin de katıldığı toplantılarına katılmıştır.
Kentlerimiz Dönüşüyor
Kentlerimize
baktığımız zaman içimizi acıtan, bütün iyimserlik çağrılarına rağmen gelecek
için karamsar olmamıza yol açan bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bu kentlerde
yaşıyor, çalışıyoruz; bu yapılarda bizim de imzamız var, bizler de sorumluyuz;
ama gerçek bu kadar basit olmayabiliyor. Mimarlar olarak kentlerin planlamasında,
yapı ve yapılı çevre üretimiyle ilgili kararlarda ne yazık ki, yeterince etkin
olamadığımızı görüyoruz. Sadece imar mevzuatı gerekli gördüğü için bir mimarın
imzasına başvurulması, öte yandan mimarlığın aranmadığı, talep edilmediği,
hatta yer yer erişilmez bulunduğu bir ortamda, meslektaşlarımızın kendilerini
sadece projelerini üstlendikleri yapıların parselleriyle sınırlamaları, kentle
ve kentleşmeyle ilgilenmemeleri, mimarlığın kentleşmeye bakışında bir zafiyet
yaratmıştır denebilir.
Kentlerimiz
ciddi bir sorun yumağına dönüşmüş durumda. Kentlerimizin küresel sermayenin
yarattığı olağanüstü bir rant baskısına maruz kaldığını; özellikle İstanbul’da
hemen her gün bir büyük imar hamlesi haberinin günlük basında yer aldığını,
kentimizi yaşanılır kılabilmek, yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla
değerlendirilebilecek alanların birer birer yapılaşmaya açıldığını görüyoruz. Kentlerimiz
dönüşüyor, hem de çok hızlı bir şekilde dönüşüyor. Doğal olarak her zaman
kentlerde bir dönüşüm yaşanır, ama bugün müthiş bir rant kavgası var ve
meslektaşlarımız içerisinde de bu rantın teknisyenliğini yapmak zorunda kalan,
buna özellikle istekli de olan meslektaşlarımız olabiliyor.
Ülkemizin
yakın uzak tarihi içerisinde pek çok yabancı mimarın eserinin kentlerimizde yer
aldığını, bunların mimarlık tarihi derslerinde de gösterildiğini, bu anlamda
bir yabancı düşmanlığının söz konusu olmadığını içtenlikle söylerken; bazı ünlü
yabancı mimarların, yanlış ve haksız imar uygulamalarını perdelemek için
ülkemize davet edildiklerini gördük. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
meslektaşımız Kadir Topbaş’ın “herkes ipek kumaş dikemez” diyebildiğini,
ülkemizde geçerli imar hukuku çerçevesinde henüz çalışma izni bile alma
zahmetine katlanmayan bu yabancı mimarlara, büyük iltifatlarla önemli kentsel
projelerin sorumluluğunun verilebildiğini gördük.
Öte
yandan, meslektaşlarımızın kendilerini sadece projelerini üstlendikleri
yapıların parselleriyle sınırladıklarını, kentle ve kentleşmeyle çok da
ilgilenmediklerini gördük. Hatta bazı meslektaşlarımızın, bu büyük imar
pazarından pay alabilme telaşı içine girdiklerini, merkezî ve yerel yönetimin
her gün bir yenisini piyasaya sürdüğü yanlış ve haksız imar uygulamalarına
karşı Mimarlar Odası’nın yürüttüğü mücadeleden rahatsız olduğunu gördük.
Kentlerde
yaşamak da yönetmek de ayrı bir sorumluluk gerektiriyor. Bunca sorunun
üstesinden gelebilecek iradeye, kentin olanaklarını, zenginliğini bilerek
davranabilme, potansiyeli harekete geçirebilme becerisine sahip olmayı
gerektiriyor. Şüphesiz ki kentlerde mimarlık yapmak da sorumluluk gerektiriyor.
Kentlerde yıllardır onca mimarın, yapı ustasının eserinin, birikiminin yanına
kendi yorumunuzu, yapınızı koymak; katkınızı, yaratıcılığınızı esirgememek;
nitelikli tasarım katkısıyla sadece yapının sahibine ve kullanıcısına değil,
kente ve kentliye yaşam kalitesini, beğeni düzeyini yükselten bir etki
bırakabilmek... Yıllardır pek çok meslektaşımız çok saygın eserler
gerçekleştirdiler, bunca kaosun içerisinde kolaylıkla fark edilmese de,
kullanıcıları tarafından hoyratça değiştirilse de nitelikli duruşlarıyla örnek
olmaya devam ediyorlar.
Mimarinin
dünyanın herhangi bir yerinde görülebilecek bir yapının bu topraklara
ışınlanması işlemine; planlamanın ise arsa sahibiyle yatırımcının pazarlığı
olarak görülmesine indirgendiği ortamlarda, bizim anladığımız anlamda
mimarlığın ve planlamanın bu olmadığının, sağlıklı kentleşmenin, yaşanılır
kentler yaratmanın çözümünün bu olmadığının özellikle vurgulanması, kamuoyuna
açıklanması gerekiyordu. Mimarlar Odası’nın bugüne kadar yaptığı, bugünden
sonra da daha iyi bir şekilde yapması gereken özetle budur.
Değişen Dünyayı
Kavramak
Küreselleşmenin
meslek alanlarımıza getirdiği “mimarlık mesleğini yapma biçimiyle” nasıl
ilişkileneceğimiz sorusunun cevabı mimarlık pratiğimizi doğrudan
ilgilendirmektedir. Dünyamızda her şey hızla değişmekte ve bu değişimin birçok
olumlu, olumsuz etkileri olmaktadır. Ülkemizde uygulanan liberal politikalar ve
buna bağlı olarak yapılan yasal ve yönetsel düzenlemeler karşısında Mimarlar
Odası’nın kamusal ve toplumsal sorumlulukları da artıyor.
Böyle
bir tartışma başlığı altında her şeyden önce küreselleşmenin artan etkisine,
bunun mesleğimize yansımalarına değinmemiz, küresel hizmet ticaretini gündeme
getirmemiz gerekiyor. Küresel hizmet ticareti kapsamında, yıldız mimarlar,
bunların yarattığı modalar, modaların ışın hızıyla yayılması vb. bunların hepsi
gündemde; bunlar Türkiye’deki mimarlık meslek ortamına doğrudan etkiliyor.
Mimarlık
bürolarının değişimini de bu kapsamda irdeleyebiliriz. Türkiye bir küçük
bürolar cenneti, genellikle bir iki mimarın oluşturduğu bürolar çoğunlukta.
Küreselleşen ve küresel hizmet ticaretinin arttığı bir dünyada bu bürolarımızın
nasıl evrildiğini, buna yetişemeyen, buna cevap veremeyen büroların neler
yapacağını görmemiz, göstermemiz gerekiyor. Sonuçta bu bürolar bizim mimarlık
meslek ortamımızın önemli aktörleri.
Mimarın
profiline baktığımız zaman, mimarın farklı hallerini görüyoruz. Tasarım yapan
mimar, ücretli mimar, kamu görevlisi mimar gibi bir sürü ana başlıklar altında
gruplandırmalar yapabiliyoruz. Mimarlar Odası’na kayıtlı 47.862 mimar var
(31.12.2015 tarihi itibariyle); çok önemli bir kesim ücretli olarak çalışıyor.
Bürolarda ya da yapı sektörünün farklı alanlarında, kamu kesiminde ücretli
olarak çalışıyor. 2015 yılında büro tescili yapmış büro sayısı 9.268 (yüzde 19).
Bunları da tek kalem halinde göremiyorsunuz. Büyük büro, küçük büro var,
metropollerdeki bürolar var, Anadolu kentlerindeki bürolar var ve bütün
bunlarla beraber butik hizmet yapan bürolar var, müteahhit kapsamında
değerlendirebileceğimiz mimarlar var; yani kendi içinde farklılaşan kesimler
var. Bu farklı mimarların her birisinin meslek örgütünden beklentileri de
farklı. Dolayısıyla, öne alınmasını istediği görevler, öncelikle ele alınmasını
dile getirdiği talepler var ve bunları sürekli dile getiriyorlar. Üyeler Oda’ya
kızıyor, eleştiriyor, ama başı sıkıştığında da “Odam nerede” diyebilmesini, Oda’ya
yeni görevler yüklemesini, Oda’sını hatırlamasını önemli buluyorum.
“Meslek
örgütlenmesi nereye gidiyor, nasıl olmalı, yakın gelecekte bizleri neler ve ne
gibi görev alanları bekliyor?” konusunu bu değerlendirme çerçevesinde açmak
isterim. Böylesi kritik anlarda yöneticilerin dünyada ve ülkemizde mesleğimizi
ilgilendiren konulardaki gelişmeleri dikkatli bir şekilde takip etmek, gerekli
düzenlemeleri yapabilmek gibi bir görevi var. Bu nasıl gerçekleşecek? Öncelikle
mevcut yapıyı ve geleneği iyi tanımlamak, ona sahip çıkmak ve geliştirmekle
göreve başlamak gerekiyor. Bunu özellikle boş bir arsaya yapı yapılmadığı
duygusunu belirtmek için söylüyorum. Mimarlar Odası’nın bunca yılda
yaptıklarının, yapabildiklerinin farkında olunması önemli. Elbette daha iyisini
yapmak için mutlaka yenileri gelecektir, ama bu birikimi bilmek, anlamak
önemli. Geleni anlamak, algılamak, kavramak, yorumlamak ve bunların sonucu
olarak da Oda’nın yeni misyonunu belirlemek gerekiyor. Bu süreç tabii ki
birdenbire böyle bir yıldırım parlaması gibi zihnimize geliverebilecek bir şey
değil. Yönetimlerin sorumluluğu sadece gündemin ve çalışma programının hayata
geçirilmesinde değil, bir ölçüde bu arayışların örgütlenmesinde ve gelecek
yönetimlere birikimleriyle birlikte devredilebilmesindedir diye düşünüyorum. Artan
üye sayısı, görevlerin çoğalması, beklentilerin artması, yeni bir yapılanmayı
ve Mimarlar Odası’nın daha güçlü olmasını gerekli kılıyor.
Meslek
ortamında yeni yapılanmalar gündemde. Mimarlık Vakfı, Mimarlık Enstitüsü kendi
alanlarında uzun yıllardan beri ortama katkı yapmaya çalışıyorlar. Benzer şekilde
Oda’yla bağını doğrudan kuran, Oda’yla beraber çalışan yapılar oluşuyor;
Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi, Mimarlık Akreditasyon Kurulu, Mimarlık Mesleğe
Kabul Kurulu, Mimarlık Araştırmaları Merkezi gibi. Bu yapılanmaları
geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu
yapılanmalar meslek ortamına katkı sağlanabilmesinin yollarını önemli oranda
zenginleştiriyorlar ve alanlarıyla ilgili önemli birikim sağlıyorlar. Bu
yapılarla ilgili deneyimlerin irdelenmesi, olanaklarının ve varsa risklerinin
iyi değerlendirilmesi gerekmekte. Oda örgütlülüğünün daha aktif olabilmesine
yönelik kurumsal destek sağlama potansiyelleri olduğunu düşünüyorum. Bütün bu
yapıların meslek örgütümüzle nasıl bir ilişki içerisinde çalışmayı
yürütecekleri, ne gibi görevler üstlenecekleri çok dikkatli bir şekilde
irdelenmelidir. Oda yönetimlerindeki tartışmalardan etkilenmeden, Oda’ya rağmen
veya Oda’yla rekabet eden bir kurumlaşma değil, mimarlık çalışmalarına,
mesleğimizin gelişmesine, dolayısıyla Oda’ya, mimarlık meslek ortamına
üretimleriyle hizmet vermeleri, yardımcı olmaları amaçlanmalıdır. Bunlar
şimdiye kadar çok denenmemiş yapılardır. Bunları kendi içerisinde yenilenmesini
ve sürekliliğini sağlayan bir yapılar bütünü olarak görmemiz ve geliştirmemiz
gerektiğini düşünüyorum.
Gezi Olaylarından Bugüne…
2013
yılına Gezi olayları damga vurdu diyebiliriz. Taksim Gezi Parkı’nın yapılaşmaya
açılması girişimi yıllardır kentlerimizin her bölgesinde yaşanan rant ve talan
çılgınlığına karşı kamuoyundaki biriken tepkinin fitilini ateşleyen bir etken
oldu. Yakın tarihimizde göremeyeceğimiz bir katılımla kitleler olayı protesto
ettiler, yönetimin polisiye tedbirlerle olayı çözmeye çalışması gerilimi
tırmandırmış, İstanbul başta olmak üzere tüm kentlerde protestolar çığ gibi
büyümüştü. Ülkemiz ender görülecek bir şekilde bir yapılaşma projesine, bir
kent sorununa karşı büyük bir başkaldırı içerisine girdi. Yönetime karşı
biriken öfke bu kanaldan dışa vurmuş, olaylarda ne yazık ki pek çok gencimiz
hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Alışık olduğumuz kentli
direnişlerinden nicelik ve nitelik olarak oldukça farklı bir mücadele
içerisinde tüm toplumun dikkati bu soruna kilitlendi. Dünyadaki benzer direniş
örneklerine dikkat çekildi, farklı katılım ve örgütlenme önerileri, yaratıcı
fikirler, “orantısız zekâ” ürünü sloganlar peş peşe ortaya atıldı; ortam
benzersiz bir hâl aldı.
Mimarlar
Odası pek çok kuruluşla birlikte Gezi Parkı dayanışmasının içerisinde yer
almış, meslektaşlarımızın ve kamuoyunun da yürekten desteğiyle ortamın neredeyse
sözcülüğü görevini üstlenmiştir. Bu çabanın içerisinde doğrudan yer alanların
yargılanması, bedel ödettirme gayretleri sürdü; ama neticede Gezi Parkı
yapılaşmasına da izin verilmemiş oldu.
Bugün
ise bambaşka bir atmosfer içerisindeyiz. Ne zaman ve nasıl biteceğini kestiremediğimiz
bir savaşın dehşetini yaşıyoruz, tüm dünyayla birlikte. Kanıksanan ölüm
haberleri, ağır bombardımanlar altındaki kentler, göç yollarına düşen binlerce
insan… On binlerce kişinin yaşadığı kentlerde günlerce sokağa çıkma yasağı
uygulanıyor, hendekler kazılıyor, kapanması için ordu tanklarla kentlere
giriyor, evler yıkılıyor, insanlar bulabildikleri sopalara geçirdikleri beyaz
bezlerle mahsur kaldıkları evlerinden çıkmaya çalışıyorlar. Ekranlarda
izleyicileri daha fazla irkiltmemek için ehlileştirilmiş savaş görüntülerini
izliyoruz, bunlar bile dehşet verici. UNESCO Dünya Miras Listesine yeni giren
Diyarbakır Sur ilçesi yerle yeksan olmuş. Başbakan en kısa zamanda Toledo’ya
benzer bir kent inşa edileceğini müjdeliyor; inşaat en sevdiğimiz kelime…
Seçimlere
doğru artan ve sonrasında iyice tırmandırılan terör ortamında endişeler içinde yaşamımızı
sürdürmeye çalışıyoruz. 10 Ekim Cumartesi günü Ankara’da meslek örgütlerinin ve
sendikaların gerçekleştireceği Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi ülke
tarihindeki en kanlı terör saldırılarından birinin hedefi oldu. Yüzün üzerinde
vatandaşımız hayatını kaybetti ve ne yazık ki böylesi bir acı bile bizi
birleştiremedi, acımızı ortak bir duygudaşlıkla yaşayamadık. Bütün ülke bir
“taziye çadırı”na döndü. Savaş olmasın, insanlar ölmesin demek, barış istemek
suç sayıldı, bildiriye imza atan akademisyenler okullardan uzaklaştırıldı.
Mimarlığı,
meslek ortamımızı, kentlerimizin yaşam kalitesini nasıl geliştirebileceğimizi
konuşuyoruz; bir yanda da en temel insan hakkının, insanca yaşama hakkının,
barınma hakkının yok edildiği ortamları görüyoruz. Sözlerimiz, dileklerimiz
anlamsızlaşabiliyor. Ölen her insanla biraz daha eksildiğimizi, vicdanlarımızın
yıkılan binaların enkazları altında ezildiğini hissediyoruz. Dünyanın,
ülkemizin ve içinde yaşadığımızın coğrafyanın geleceğe yönelik iyimser olmamıza
izin vermeyen atmosferi bir karabasan gibi üzerimize çöküyor.
Yıkılan
kentleri yeniden yapmak, yaşam çevrelerini yeniden yeşertmek, elbette çok
önemli, nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiğini söylemek, yapılanlara yol
göstermek, yardımcı olmak meslek insanları olarak görevimiz. Sonuçta binlerce
yılın kültürel birikiminin katmanlaştığı yerleşimlerden söz ediyoruz. Asıl
sorun kırılan kalplerin, gösterilmeyen empatinin, ötekileştirmenin yarattığı
burukluğun nasıl giderileceği, birbirimizin acısına yabancılaşmanın aşındırdığı
insani değerlerin nasıl onarılacağı, özcesi insan olarak yapmamız
gerekenlerdir.
Çocuklarımıza
savaşsız bir dünya vaat etmiştik, geçmişteki acıların yaşanmaması için çaba
sarf edeceğimizi söylemiştik; şimdi bu duyarlılığı göstermenin zamanı diye
düşünüyorum. Yeter ki istensin. Yeter ki barışa bir şans verilsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder