Konferansın gündemini oluşturan tartışmalar
üzerinden geliştirilen bir diyaloglar dizisi olarak bir kitap tasarlandı.
Soru-cevap yöntemiyle ilerleyen diyaloglar, “Tartışma Kültürü ve Eleştiri; Erk
ve Mekân Politikaları; İnşaat, Yapılaşma ve Kentleşme Dinamikleri; Alternatif
Yaklaşımlar; Eğitim; Meslekî Ortam; Roller ve Aktörler” olmak üzere yedi alt
başlıkta toparlanıp, biçimlenerek kitap haline getirildi.
Kitapta bana sorulan sorulara yönelik
verdiğim cevapları aşağıda aktarıyorum. Kitap İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları tarafından Evren Aysev’in editörlüğünde yayımlandı. Mimarlık eğitimi
ve Mimarlar Odası sicil bilgilerinden hareketle verdiğim cevaplardaki tabloları
güncellenmesi gerektiği için buraya aktarmadım. Benzer konularda yazdığım
yazılar Mimarlık dergisinden takip edilebilir.
TARTIŞMA KÜLTÜRÜ / ELEŞTİRİ
§
Mimarlığı tartışabilmek sizce ne anlama geliyor?
§ Günümüz Türkiye’sinde
mimarlığın tartışılma zeminini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışma zeminini
genişletmek sizce nasıl mümkün olabilir? Türkiye’de ve dünyada mimarlığın
tartışılma düzeyini ve yoğunluğunu geçmiş ve bugün kıyaslamasına girerek
değerlendirir misiniz?
Mimarlığı tartışabilmek farklı yöntemlerle
mümkün olabiliyor; belki de en yaygın ve de öznel olanı yapıların kendi beğeni
süzgecimizden geçirilerek irdelenmesidir diyebiliriz. Mimarlık tarihi
okumalarında sıklıkla tekrarlanan, hemen her mimarlık öğrencisinin ezbere
bildiği belli sayıdaki ikonik yapıdan, tamamı görülmese de medyatik olarak bilinen
pek çok yeni yapıdan zihinlerde biriken bir imaj yığını söz konusu. Modalar, dünyaca
ünlü yıldız mimarların performansları, yapı sektörünün ürettiği yeni yapı
malzemelerinin yönlendirdiği tasarımlar yakından izleniyor, yeniden yorumlanıyor.
Mimarlık yayınları alanında oldukça verimli
bir dönem geçiriyoruz. Peş peşe yayımlanan kitaplar, farklı kuruluşlar
tarafından üretilen mimarlık dergilerinin ülkemizdeki mimarlık tartışmalarına
bir zenginlik kattığını söyleyebiliriz. Mimarlık dergilerinin doğal olarak kendi
özgün yayın politikalarıyla oluşturdukları tartışma / değerlendirme ortamları
farklı eğilimlere yönelik açılımlar sağlıyor. Kimi yayınlar sadece mimarlık
ürününün görsellerini vermekle yetiniyor, bunun üzerinden bir tartışma sürdürülmesinin
istenmediğini, mimarlık eleştirisi yerine mimari projelerin tanıtımıyla yetinildiğini
gözlüyoruz. Meslektaşlarımızın sadece kendi projelerini anlattıkları yazılardaki
bilgilendirme / tanıtma aşamasının sorgulama, tartışma aşamasına geçemediğini
görüyoruz. Mimarlık eleştirisini önemsiyorum; mimarlık medyasındaki en önemli
eksikliğin mimarlık eleştirisi olduğunu düşünüyorum.
Mimarlığı sadece ve sadece başarılı mimarlık
ürünleri üzerinden tartışmanın, bununla yetinmenin de yanlış bir eğilim
olduğunu belirtmek isterim. Başarılı bir yapının ödüllendirilmesi, örnek
gösterilmesi, kaliteli mimarlık hizmetlerinin çoğalmasının teşvik edilmesi
anlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra kentlerimizdeki kaotik
yapının sorgulanmasını; yapı üretim sürecinin her aşamasının irdelenmesini; imar
mevzuatının mimarlık ortamına etkisinin tartışılmasını ve düzeltilmesi için
çaba gösterilmesini; çok önem verdiğimiz mimarlık yarışmalarının her yönüyle
ele alınmasını; mimarlık eğitimimiz ve elbette meslek etiği konularının da her
fırsatta işlenmesini aynı kapsamda düşünüyorum. Yapılı çevreyle ilgili kararları
veren, kentlerimizi şekillendiren, kamu kaynaklarını kullanan kurumların
sorgulanmasını, bu yönüyle mimarlığın politikayla ilişkisini sürdürmesini önemsiyorum
ve bunun da mimarlığı tartışmanın önemli bir parçası olduğunu vurgulamak
isterim. Ne yazık ki ülkemizde hukuk sorunlarının çoğu zaman diğer konuların
önüne geçebildiğini, hepimizi ilgilendiren bir çerçevede enerjimizi ve
zamanımızı aldığını görüyoruz.
ERK / MEKÂN POLİTİKALARI
§
Mimarlığın siyasetle kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Mimarlığın siyasallaşması sizce ne anlama geliyor? “Mimarlık siyasetten
soyutlanabilir mi” sorusunu bu çerçevede tartışabilir misiniz?
§ Günümüz Türkiye’sinde
merkezi ve yerel yönetim kurumlarının mimarlık alanına müdahalelerini nasıl
değerlendirirsiniz?
Mimarlık ve güç ilişkileri üzerine bazı
tespitlerimi aktararak sorunuzu cevaplamaya çalışayım.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, başta
Ankara olmak üzere, pek çok Anadolu kentinin yeniden imarı gündeme gelmiş,
yüzünü geleceğe çeviren yeni yönetim geçmişten kopuşu, geleceğin toplum
yapısını simgeleyen modern mimari ürünlerini tercih etmişti. Pek çok Anadolu
kentinde 20. yüzyılın ortalarında kadar çok seçkin modernist yapılar yapılmış;
yönetim yapıları için açılan yarışmalar kanalıyla edinilen projeler,
kentlerimizin prestij yapılarını belirlemiştir. Ankara’nın başkent olarak
inşasındaki mimari atılımın ürünlerinden, günümüzün seçkin prestijli yapılarına
kadar gördüklerimiz, oluşturulmak istenen modern Türkiye’nin yeni yüzünü
yansıtmaktaydı. Devlet kurumlarının ağırlığını hissedebildiğimiz bu anıtsal
yapılarda kaliteli mimarlık hizmetinin ve kaliteli yapı üretiminin izini
görebiliyorsunuz. Sadece Ankara’da değil, tüm Türkiye’deki devlet kurumlarına
ait yapılarının belirli derecelerde birbirine benzer şekilde sıralandığını,
önemli bir yapı stokunun kamu eliyle kentlerimize konuverdiğini gözlüyoruz.
Yapı ve yapılı çevre üretiminde ülkemizde en
büyük işveren günümüzde de devlettir. Kamu yapılarının kentlerimizin imajındaki
belirleyici rolünü gözlemek bile kamu yönetiminin yapılı çevrenin oluşumundaki
rolünü vurgulamamız için yeterli olabilir. Kamunun sadece kendi yapılarının
oluşturulmasında değil, yapılı çevrenin üretilmesinin yasal çerçevesini
belirlerken ve bunu denetlerken gösterdiği başarı veya başarısızlık da
kentlerimizin şekillenmesindeki en önemli etken olmaya devam ediyor. Bunun
günümüzdeki en önemli araçlarından birisi olarak, bugüne kadar yüz binlerce
konut üreten veya üretilmesini örgütleyen TOKİ’yi hatırlamamız yeterli. Bu
uygulamalardaki yer seçimi sorunları gibi önemli aksaklıkları bir tarafa
bırakarak sadece “çok hızlı bir şekilde konut üretmek gerekir” düşüncesinden
hareketle ülkenin her yerini birbirine benzer tip projelerle doldurmasına bu
kapsamda değinebiliriz.
Kentlerimizdeki yapılı çevreyi belirleyen en
önemli etkenlerden bir diğeri de yerel yönetimlerdir. İmar uygulamalarının yol
göstericisi, denetleyicisi olmalarının yanı sıra bizzat yapı üreten bir kurum
olarak da yerel yönetimlerin önemi büyüktür. Yerel yönetimler, getirilen
düzenlemelerle önemli miktarlarda mali kaynak kullanabilecek durumdadırlar.
Belediyelerin mimarlık ve kent planlaması alanındaki eksikliklerini gidermek ve
kentlerin planlı gelişimini sağlayacak adımlar atmak yerine ısrarla gösterişli
projeler yapmaya yeltenmelerinin kentlerimizde yarattığı sıkıntıları görüyoruz.
Yerel yöneticilerin ve kamu yöneticilerinin
niteliksiz fantezileri kentlerimizi şekillendirmektedir. Üstelik buna bir de
ideolojik kılıf geçirilmiş, tarihî referanslarla donatılmış yapılar rağbet
görür olmuştur. Modern mimarimizin seçkin ürünleri birer birer yerlerini
eskinin kötü taklitlerine bırakmaya başlamıştır. Kamusal alan düzenlemeleri
bizleri utandıracak bir beğeni düşüklüğünü göstermektedir. Bazı yerel
yöneticilerin sivil mimariye yönelik cephe estetiği dayatmaları da ülkemizde
görülmedik uygulamalardan değildir.
Adliye binalarının, TOKİ eliyle üretilen
konutların cephelerinde Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden izler bulunması adeta
bir kural haline getirilmiş durumda. Yarışmayla elde edilen kamu yapılarının
uygulama aşamalarında bile yöneticilerin müellif mimara baskı yaparak cephenin
geleneksel tarza dönüştürülmesini talep ettiklerini duyuyoruz. Kamunun, yerel
yönetimlerin sadece kendi idari yapılarının oluşumunda değil, yönetiminden
sorumlu oldukları bölgenin konut dokusunun da belirli bir tarihe referans
verecek şekilde tasarlanmasını istemelerine, mimarlara bu yönde telkinde
bulunmalarına, hatta yer yer estetik kurullar oluşturarak baskıyı
sistemleştirmeye çalışmalarına daha sık rastlamaya başladık. Ankara Esenboğa
havaalanı yolu üzerinde, oldukça geniş bir bölgede farklı zamanda ve farklı
mimar elinden çıkmış yüzlerce binanın cephelerinin prestij yolu yapma
iddiasıyla tektipleştirildiğini görüyoruz. Neredeyse bir kışla mimarisi etkisi
yaratan bu uygulamanın, yönetimlerin nasıl bir mimari özlem içerisinde olduğunu
göstermesi bakımından da ilginç yorumlara açık olduğunu belirtmek isterim.
Antalya’nın Kepez Belediyesi İmar ve
Şehircilik Müdürlüğü’nün Mimarlar Odası Antalya Şubesi’ne gönderdiği 08.07.2009
tarihli yazıda “…belediyemiz bünyesindeki
pilot bir bölgede başlatacak olduğumuz; cephelerde Osmanlı-Selçuklu mimarisi
uygulamalarına esasen ‘cephe örnekleri’ çalışmalarının yapılarak belediyemize
ulaştırılması hususunda gereğinin yapılmasını rica ederim” denilmekte.
Yerel yöneticimiz, kentlerinin yıllar içerisinde oluşan kimliğini kendince
şekillendirmeye, kendisine yakışacağını düşündüğü bir geçmişi mimar eliyle
tasarlatmaya kalkışmakta, Odamızı da bu sürece destek olmaya davet etmektedir.
Bu uygulamanın, bu niyet gösterisinin ne yazık ki küçük belediyelerle sınırlı
olmadığını söylememiz gerekiyor.
Hatırlayacaksınız, Konya’da 42 katlı bir bina
inşa edilmiş, sebebini de Konya’nın trafik plaka kodunun 42 olmasıyla
açıklamaya çalışmışlardı. Kendisine niye yüksek katlı bir yapı yapma konusunda
böylesine ısrar ettikleri sorulduğunda Konya Büyükşehir Belediye Başkanı; “her yönetim hükümran olduğu bölgede bir eser
bırakmayı, tarih boyunca eseriyle anılmayı ister” diye cevaplamıştı. Bu
yaklaşım belki yönetim kadrolarını motive etmeyi sağlayan önemli bir etken
olarak görülebilir, ama yönetimin ne şekilde anılmak isteyeceğine sadece kendi
kültürel birikimiyle karar verebilmesi, üstelik bunu kentliler ve meslek
örgütleri gibi diğer mekanizmaların sorgulamasına dahi izin vermeden
gerçekleştirebilmesi kabul edilebilir mi? Kentlerimiz her gelen yönetimin
istediğini yapabileceği boş bir arsa mıdır?
Şimdilerde ise bir başka güç odağının,
uluslararası emlak kuruluşlarının, ellerindeki büyük mali kaynaklarla ve siyasi
erkle kurdukları yakın ilişkilere dayanarak kentlerimizi şekillendirecek,
mimarimizi derinden etkileyecek müdahalesine tanıklık ediyoruz. Özellikle
İstanbul’da kentin en önemli alanları, yabancı yatırımcılara cazip imar
koşullarıyla devredilmektedir. Sadece yeşil alanların, endüstri arkeolojisi
kapsamında değerlendirilebilecek yapıların imara açılması değil, çöküntü
bölgesi haline gelen pek çok tarihî bölgenin de oturanların ötelenmesi ve
bölgenin insansızlaştırılmasıyla satışa çıkarıldığını gözlüyoruz. Tarlabaşı ve
Balat gibi semtler için üretilen planların bölgede yaşayanların yaşam
kalitesini yükseltecek, yaşam çevrelerini düzenleyecek bir yaklaşım yerine,
yatırımcının yatırım maliyetini karşılayabilecek, bu düzenlemenin bedelini
ödeyebilecek bir kesime yönelik tasarlandığını görüyoruz. Bu planlamalarda eski
yapıların restorasyonu ve yeniden kullanımından söz edemiyoruz; geçmişin
imitasyonu olarak kurgulanmış ortamlar yaratılmaktadır. Bu yaklaşımın
Sulukule’nin yıkılarak yerine prestijli “Osmanlı Konakları” yapılmasından çok
farklı bir yanı olduğunu söyleyemeyiz. Yıllar içerisinde farklı kültürel katmanlarla
zenginleşmiş kent dokularının hoyratça tahrip edilmesi, bu tahribatın mimar
eliyle estetize edilmesi sürecini yaşıyoruz.
Elbette, büyük sermayenin de gücüyle orantılı
bir şekilde bu ortamda yer aldığını ve siyasi erk sahipleriyle kurdukları yakın
ilişkilerle mimarimizi etkilediğini belirtmeliyiz. Kentlerimiz büyük endüstri
kuruluşlarının, holdinglerin devasa yapılarıyla doluyor; ekonominin devleri
büyüklüklerini aynı zamanda yapılarıyla da göstermek istiyorlar. Bu yapılardaki
görkem arayışı Ankara’da gözlediğimiz devlet yapılarındakinden pek de farklı
değil. Dev cüsseleriyle kentte konuşlandıkları bölgeyi tanımlayabiliyorlar. Bu
yapılarla birlikte bize özgü farklı bir uygulama da gözleniyor: Holdinglerimiz
yapılarının heybeti kadar, bu yapıların arazilerinin imar sorunlarını
çözebilmekle de övünüyorlar. İmar suçlarının olağanüstü hoşgörüyle karşılandığı
ülkemizde bu beceri olumlu bir sicil olarak anılabiliyor. Küreselleşmenin yoğun
etkisinin en kolay gözlenebileceği mimarlık alanında, işverenlerimizin
uluslararası alanda şöhret yapmış mimarları çağırmaları, ya da onların
yapılarının benzerlerini sipariş etmeleri, özellikle metropol kentlerimizde
değişik bir pazarın doğmasına yol açıyor.
İNŞAAT / YAPILAŞMA / KENTLEŞME DİNAMİKLERİ
§
İmar yönetmelikleri ve planlamanın yapılı çevre üretimine etkisini
nasıl yorumluyorsunuz?
§ Yapı yapma fırsatlarının
arttığı bir ülkede çalışmak sizin için ne anlama geliyor? Günümüz Türkiye’sinde
yapı inşaat kalitesinin yükseldiği, aynı kaldığı veya düştüğü kanısındaysanız
bu savınızı nasıl gerekçelendirirsiniz?
§ Sizce mimarlık ürünü nedir?
Yeryüzündeki milyonlarca yapı arasından hangilerinin, hangi gerekçelerle “mimarlık
ürünü” olarak tanımlandığını düşünüyorsunuz?
Kentlerimizin bu kaotik panoramasında
mimarların payı sorgulanıyor, her yapının altında bir mimarın imzası olması
gerektiği, dolayısıyla bu keşmekeşten öncelikle mimarların sorumlu olduğu dile
getiriliyor. Elbette mimarların da gösterdikleri veya göstermedikleri özenin
sonuçtaki etkisini dile getirmemiz ve sorgulamamız gerekiyor. Yapı üretiminin
çok yönlü, çok bileşenli yapısının getirdiği olumsuzlukların, mimarın
kendisinden beklenen teknik ve yaratıcı katkıyı verememesinde önemli bir etken
olduğunu öncelikle vurgulamak ve meslektaşlarımı haksız yere itham etmek
istemem. İmar parsellerinin birbirine benzerliği, imar durumunun getirdiği
sınırlamalar, belirsiz bir tüketiciye yönelik yapılaşma pratiği ve bunun
getirdiği sıkıntıların yanı sıra, bizlerden iyiyi güzeli arayan, ayıplı kötü
hizmeti reddeden bilinçli bir tüketicinin eksikliği de mimari kalitenin, dahası
kaliteyi arama duygusunun yitirilmesine yol açıyor.
Kentin sokaklarında dolaşırken değişik
yıllara tarihlenebilecek yapıları gözlemliyor, farklı mimari yaklaşımların
izlerini görüyor, zamanın mimari eğilimlerini hissediyoruz. Şimdi bu farklılık,
farklı zamanların estetik duygusuyla zenginleşmiş kentsel peyzaj hızla tahrip
olmakta, yerine imar mevzuatının aritmetiği içerisine sıkıştırılmış, neredeyse
tek tip planlara yöneltilmiş yapılar almaktadır. Üstelik günün popüler cephe
malzemeleriyle, aynılaşma daha da belirginleşmektedir. Bütün bu olumsuz
koşullar içerisinde mesleğini saygın bir şekilde yapmak isteyen, bunu başaran,
eserini gururla gösterebilen meslektaşlarımız şüphesiz ki vardır ve ülkemizin
mimarlık birikimi onların çabalarıyla gelişmektedir.
Kamunun tip proje konusundaki ısrarını,
eğitim kurumlarımızın sevimsiz mimarisini, düşük yapı kalitesini de
sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. İyi tasarımın, kaliteli mimarlık
hizmetlerinin aranması, bunun için de mimarlık kültürünün geliştirilmesi,
benimsenmesi gerekiyor. Öncelikli olarak kamu yönetiminin, mimarlık hizmetine
talip olan, kamu adına en büyük yatırımları yapan kurumların, bu kurumların
yöneticilerinin bu ihtiyacı hissetmeleri, ona göre davranmaları gerekiyor.
Mimari proje elde edilmesi ile herhangi bir mal alımı için öngörülen prosedür
aynı kalmaya devam etmektedir. Oysa sadece en ucuzun tercih edildiği bir
sistemin değil, ehil olanın arandığı, ayıplı kötü hizmet verenlerin elendiği
bir ihale sisteminin yerleşmiş olmasını dilerdik.
Yapı ve yapılı çevre üretimi alanında
karşılaştığımız önemli bir konuya, kaçırılan bir fırsata değinmek isterim.
TOKİ’nin uygulamaları bugün çok yönlü sorgulanmaktadır; mimari tasarımdan,
proje elde etme yöntemlerine; arazi üretiminden ve kullanımından, ihale
şartlarına, yapı denetimine kadar tartışma yaratan sayısız uygulamalar söz
konusu. Devlet eliyle düzenlenen böylesi büyük bir yapı üretiminin, ülkemizin
yapı teknolojisinde nitelik açısından yeni bir atılım yaratması beklenirdi, bu
fırsatın değerlendirilmediğini düşünüyorum. Diğer alanlarda olduğu gibi yapı
alanında da sadece satın alınan değil, üretilen bilginin, geliştirilen
teknolojinin önemi büyüktür ve bu yöndeki çabalar desteklenmelidir.
Yapı sektörüyle ilgili gelecek vizyonu
oluşturulması, sektör için kısa-orta-uzun vadeli stratejiler geliştirilmesi,
yapı sektörüyle ilgili araştırma ve geliştirme çalışmalarının teşvik edilmesi
ve sektörün farklı alanlarında yapılan araştırmaların koordine edilmesi için
yapı sektörünün tüm taraflarının bir araya geleceği ortak bir buluşma ortamı yaratılabilir.
Yakın dönem önce Avrupa Yapı Teknolojileri Platformuna benzer önemli bir
girişim olarak başlatılan Türkiye Yapı Teknoloji Platformu, üniversitelerin,
kamu kuruluşlarının, meslek odalarının ve yapı sektörünün ilgisini, katkısını derlemeyi
hedeflemekteydi, ne yazık ki sürdürülememiştir.
ALTERNATİF YAKLAŞIMLAR
§
Yapılı çevre üretiminde sivil toplum inisiyatifinin ne tür bir etkisi
olabileceğini düşünüyorsunuz?
§ Mesleki yetkinlik ve
olanaklarınızı kamu yararı için kullanmak adına ne gibi tasarruflarda
bulunuyorsunuz?
Yapılı çevrenin üretimiyle ilgili kararlarda
kullanıcıların eğilimlerinin belirlenmesi ve katılımcılık kültürünün
geliştirilmesi üzerinde önemle durulması gerektiğini düşünüyorum. Yerli yersiz
kullanımlarla katılım kavramının içi boşaltılmakta, adeta kirletilmektedir. Planlama
süreçlerine halkın katılımı özlemimiz ne yazık ki kent mekânlarının
kullanımında “halkın katılımı”nda gözlenen yağma eğilimiyle karıştırılmaktadır.
Katılımcılık öncelikle
bir kültür sorunudur. Kentlilerin yaşadıkları kenti tanımalarını sağlamak,
kentlilik bilincinin ve farkındalığın geliştirilmesi için
çok yönlü
programların oluşturulmasını gerekli kılıyor. Bu programın önemli bir
parçası olarak da kent ve çevre konularını işlemek gündeme gelmektedir. Tanıma,
öğrenme, benimseme, sahiplenme ve koruma konularının birbirini tamamlayan bir
süreç olarak gelişebileceğini görmemiz gerekiyor. Toplumla birlikte kentleşme
ve mimarlık sorunlarının tartışılması; topluma yönelik kentleşme ve mimarlık
alanında yayınların, duyuruların yapılması; mimarlığın toplum hayatındaki
yerinin, toplumun mimarlıkla ve kentleşmeyle ilişkisinin geliştirilmesi bu
kapsamda belirtmek istediğim başlıklardır. Kentlilerin kentle ilgili konulara
duyarlı olabilmeleri, katılımın sağlanacağı araçların oluşturulmasıyla mümkün
olabilir.
Kentlilik bilincinin artmasına paralel olarak
gündeme gelmesi gereken tüketici hakları sorununun önemine de vurgu yapılması
mümkündür. Kenti yönetenlere yönelik olarak kentlilerin haklı taleplerinin
vurgulanması, eksik hizmetle yetinilmemesi, kent hizmetlerinin
iyileştirilmesinde ve kentlilerin de iyiyi özleme ve arama duygusunun gelişmesinde
yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
1999 depremlerinden sonra bölgede yaşanan çok
sorunlu ortamın bir parçası olarak Düzce depremzedelerinin örgütlenme
çabalarını bu kapsamda hatırlatmak yerinde olacaktır. Deprem sonrasında mal
sahiplerine yönelik yapılan düzenlemelerin dışında kalan kiracıların
oluşturdukları birliktelik bunca yıl içinde en temel hakları olan barınma hakkı
için mücadele vermiş ve pek çok çevrenin desteğini de alarak önemli kazanımlar
elde etmişlerdir. Kiracıların hak sahibi olarak sorunlarını dile getirmişler,
temin edilen arsa üzerinde konut yapabilmek için yapı kooperatifi kurmuşlar,
gönüllü mimar ve plancıların desteğiyle yürütülen planlama çalışmalarına örnek
bir katılım sağlamışlardır.
Mimarinin yoksulluğa, göçten kaynaklanan
yoğun barınma gereksinimine ve devasa kent sorunlarına bir cevabı, buna yönelik
çözüm önerileri olabilir mi? Bir insan olarak, bir yurttaş olarak şüphesiz
ilgilendiğimiz bu konunun bir mimar olarak ele alınabilme şartları var mıdır? Tüm
bunlara mimarlığın tek başına çare bulması elbette mümkün değildir. Ancak bu,
mimarlığın böyle bir sorunu dışlaması, yok sayması, onu düşünmemesi anlamına da
gelmemelidir. Mimarlık hizmetinin yoksullar için hâlâ lüks görülmesinden
kaynaklanan bir duygu muafiyeti içerisindeyiz. Yoksullar için çalışmak, fikir
üretmek ödüllendirilmediği gibi, aksini kimsenin ayıplamadığı da ortadadır;
oysa bu durum son derece düşündürücüdür. Meselenin bir de etik yönü olduğunu
vurgulamamız gerekmektedir. Mimarlığın, sadece mimarlık hizmetinin bedelini
ödeyebilenlere hizmet eden seçkinci bir meslek olması duygusunu aşmaya çalışan
pek çok girişimin olduğunu memnuniyetle gözlüyoruz. Eğitim sürecinde en az bir
projenin ve/veya stajın bu kapsamda düşünülmesi, bu yönde yaratıcılığın
geliştirilmesinin teşvik edilmesi yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
EĞİTİM
§
Türkiye’nin mimarlık eğitimi politikası hakkında neler söylenebilir?
§ Ülkedeki mimarlık okulu
sayısının 100’ü aşması hakkında düşünceleriniz nelerdir?
§ Sizce Türkiye’deki mimarlık
okulları arasında mezun kimliği bakımından bariz farklar
var mı? Yoksa genel bir türdeşlik mi gözlemliyorsunuz? Yanıtınızı
gerekçelendirebilir misiniz?
Ülkemizde mimarlık eğitimiyle ilgili dile
getirdiğimiz pek çok ortak sorunumuz var, bunları nasıl çözebileceğimizi
düşünmek durumundayız. Mimarlık Eğitimi Politikası böylesi bir arayışın
sonucunda önerilmektedir. Mimarlık Eğitimi Politikası’nın Ulusal Mimarlık
Politikası’yla aynı kapsamda ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Konuyla
ilgili olarak, meslek ve eğitim ortamında bulunan herkesin eğitimimizin, özel
olarak da mimarlık eğitimimizin, bugün geldiği durumu gönül rahatlığıyla
benimsediğini, gelecek için iyimser olduğunu sanmıyorum. Elbette çok iyi eğitim
veren, güçlü eğitim kadrosu, yeterli mekânsal altyapısı olan okullarımız var ve
onlarla gurur duyuyoruz. Ama mimarlık eğitimi veren okulların sayısının ve
kontenjanların kontrolsüz bir şekilde artması her türlü kalite arayışını
neredeyse anlamsız hale getirmekte, içini boşaltmaktadır. Mimarlık hizmetiyle
ilgili mevzuat düzenlemelerinin yetersizliği mimarlık hizmetlerindeki kalitenin
pek aranmaması, mimarın imzasıyla yetinilmesi gibi yüreğimizi yakan piyasa
ortamı bu durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Üniversite
eğitiminin ve sonrasındaki meslek içi eğitimin verilerinin pek de dikkate
alınmadığı, herkesin her işi yapabildiği amorf bir meslek ortamı sorunu
derinleştirmektedir.
Mimarlık eğitimiyle ilgili herkesin elbette
bir fikri ve düzenleme önerisi olabilir, neler yapılabileceğini kendi
deneyimleri çerçevesinde dile getirebilir. Önemli olan mimarlıkla ve mimarlık
eğitimiyle ilgili olarak sorunlarımızı ve çözüm önerilerini belirleyebilmek ve
ilgili kurumlarla ilişkiye geçildiğinde isteklerimizi, beklentilerimizi güçlü
bir şekilde dile getirebilmektir. Bunu sağlayabilmek için Mimarlık ve Eğitim
Kurultayı süreçlerinde yapmaya çalıştığımız gibi sorunlarımızı beraber
irdelemek, beraber üretmek ve fikir birliğine varmak hedeflenmelidir. Her
kurumun kendi içerisinde karar süreçleri vardır. O süreçlerden geçerek bir
karar üretir, birbirimizi ikna ederek bu süreci geliştirebiliriz diye
düşünüyorum.
Mimarlık eğitiminin ortamdaki paydaşlarıyla
birlikte oluşturacağı bir platformun kurulması ve temsil niteliği yüksek bir
oluşumun yaratılmasını önemli görüyorum. YÖK’e ve benzeri kurumlara
görüşlerimizi iletmek; mimarlık eğitimiyle ilgili yıllık ve dönemsel raporlar hazırlamak;
kamuoyuna yönelik yayın yapmak; kurumsal sürekliliğin, bilgi birikiminin
sağlanması doğrultusunda çalışmalar yürümek; AB, ACE ve UIA nezdinde
görüşmelerin izlenmesini ve duyurulmasını sağlamak; AB Genel Sekreterliği
(Bakanlığı) bünyesinde yürütülen ve şimdi dondurulan “Mesleki Yeterliliklerin
Belirlenmesi ve Karşılıklı Tanınması Hakkındaki Direktif” kapsamında
görüşmelerin tekrar başlaması halinde tek ve güçlü bir ses verilmesi yönünde
etkinlik göstermek hedeflenebilir.
2016-2017 öğrenim
yılında mimarlık bölümlerine öğrenci kabul eden üniversitelerin sayısı 42’si
devlet, 40’ı vakıf, 7’si KKTC’de ve 4’ü de yurtdışında olmak üzere 93; Türkçe
ve İngilizce eğitim veren bölümlerin sayısı da 108’dir. YÖK tarafından
belirlenen kontenjanlar çok fazladır. Devlet üniversitelerinde 3.480, vakıf
üniversitelerinde 3.263, KKTC’deki üniversitelerde 670 ve yurt dışındaki YÖK
tarafından listeye alınan üniversitelerde 109 olmak üzere toplam 7.522 mimarlık
öğrencisi kontenjanı belirlenmiştir.
Çoğu KKTC’deki ve
yurtdışındaki okullarda olmak üzere 744 kontenjan boş kalmış, 6.778 kişi bu yıl
mimarlık eğitimine başlamıştır. Şu anda mimarlık bölümlerinde eğitim görenlerin
sayısı 36.153’tür. Mimarlık bölümlerindeki yabancı öğrencilerin sayısı ise
2.067’dir. 15 Temmuz sonrası kapatılan üniversitelerdeki mimarlık öğrencileri
mevcut mimarlık bölümlerine dağıtılmıştır, bu rakamlara dahil değildir.
Mimarlık bölümü açılmış,
ancak 2016-2017 öğretim yılında öğrenci kabul etmemiş bölümlerin sayısı ise 50’dir.
Pek çok yeni üniversitede mimarlık bölümü kurulmuştur. Ayrıca Ankara
Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi
gibi köklü yükseköğretim kurumları da mimarlık eğitimine başlayacaklarını
duyurmuşlardır.
Sorunumuz, çok yaygın olarak düşünüldüğü
gibi, sadece yeni açılan vakıf üniversitelerinden kaynaklanmamaktadır. Elbette
vakıf okullarının getirdiği sorunlar var, vakıf üniversitelerinin içinde de
farklı yapılar, farklı vakıf üniversiteleri var. Eğitimin tümüne yönelik ortak
ve çok yönlü bir sorunlar demetiyle karşı karşıyayız. Her üniversitenin kendine
özgü sorunları olduğu gibi, ortak sorunları da olabiliyor.
Mimarlık bölümü açılmasıyla ilgili belli
kuralların getirilmesi gerektiğini yıllardır dile getiriyoruz; bununla ilgili
bir raporu hatırlatmak isterim: (Mimarlık 374 - Kasım / Aralık 2013) “Mimarlık
Bölümü Açılması ve Sürdürülmesinde Aranacak Asgari Koşullar Üzerine Bir
Araştırma.” Mimarlık bölümü açılması yönünde yoğun bir talep var. Mimarlık
bölümleri hemen doluyor ve dolayısıyla vakıf üniversiteleri mimarlık bölümü
açma istekliliği içerisinde oluyorlar. Kadro yok, yeteri kadar mekân yok,
laboratuvar yok, kütüphane yok, ama hızlıca bölümler açılıyor. Mimarlar
Odası’nın kayıtlarından üyelerin mezun oldukları okullarla ilgili dağılım Tablo
2’de gösterilmektedir.
Daha önce de dile getirdiğim bir vurgulamayı
tekrar etmek istiyorum: “Mimarlığın ve Mimarların Kimyası Değişiyor.” Vakıf
üniversitelerinin kontenjanlarının artması, baraj sıralamasındaki aşırı
kopukluklar, sınıfsal farklılıkların getirdiği, yarattığı sorunlar yığılıyor ve
bu bizim yapımızı değiştiriyor. Bir yandan da mimarın yapı üretim sürecindeki
rolünün hızla değişmesi sürecini yaşıyoruz, muhatabımızın artık alıştığımız
şekilde bir işveren değil, gayrimenkul yatırım ortaklıkları, emlak kuruluşları
vb. olabiliyor. Yapı üretimi sürecindeki mekanizmaların başkalaşması mimarın
süreç içerisindeki konumunu değiştiriyor. Mesleğimizin, yapı üretim süreci
içerisindeki konumumuzun ve mimarın sosyolojik yapısındaki değişimlerin farkına
varılması, sürecin daha ayrıntılı irdelenmesi, daha başka analizlerin,
araştırmaların yapılması gerekiyor diye düşünüyorum.
Küreselleşmiş dünyada eğitim ekonomisi
konusunda da bazı bilgileri paylaşmak isterim. Dünyadaki yabancı öğrenci pazarı,
yani üniversite eğitimini bir başka ülkede yapan öğrencilerin sayısı OECD’nin
raporuna göre 4.300.000 kişi ve bunun parasal karşılığı da yaklaşık 100 milyar
ABD Doları. Bu tabii ciddi bir pazar ve her ülke bu pazardan pay almak istiyor.
YÖK de bunu hedefliyor; Türkiye’de 55.000 olan yabancı öğrenci sayısının
artırılması gerektiği yolunda bir strateji saptanmış. Yabancı dilde eğitimi bu
anlamda teşvik ediyorlar. Erasmus yoluyla ya da başka mekanizmalarla yurtdışına
giden öğrencilerin kazanımları, dünyayı tanımaları, ortak proje yürütmeleri
önemli. Sonuçta nasıl bir perspektif bekliyoruz? Ülkemizde istihdam etmekte
zorlandığımız kadar çok öğrenciyi alıyoruz, eğitiyoruz ve dünya pazarına
salıyoruz. Buna mı talibiz? Yani dünya pazarına “az yetişmiş” öğrenci ihraç
etmekle mi yetinmeliyiz? Bu önemli bir eğitim politikası sorunu. Uluslararası
standartlarda eğitim alamamış, ama bir Avrupa ülkesindekinden daha ucuz eğitim
maliyeti olan bir kadro… Bu tabii ki kötü bir kadro değil; bilgisayar
kullanabiliyor, mimari kavramlara hâkim, çalışabiliyor. Kendi ülkesinde de
mimarlık yapabiliyor üstelik; bürolarda rahatlıkla istihdam edilebiliyor.
Nitekim yine UIA’nın raporlarından öğreniyoruz; Birleşik Krallıktaki bürolarda
çalışan mimarların üçte biri yabancı kökenli. Böyle bir göreve mi talibiz; işte
Türkiye mimarlık eğitimi politikası konularından bir tanesi bu.
Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan ve
hepimizin üzüntüyle değerlendirdiği PISA raporu ülkemizdeki eğitimin içler
acısı durumunu tüm çıplaklığıyla ortaya seriyordu. Üniversite düzeyine gelene
kadar kazanılması gereken formasyonun yeterli olmaması üniversite eğitiminin en
önemli handikaplarındandır. Eksik öğretim kadrosu, yetersiz mekân sorunları
yanında, PISA raporunun diliyle söylersek, okuduğunu anlamayan bir öğrenci
tablosuyla başa çıkmaya çalışmak pek kolay olmasa gerek. Mimarlık eğitimini,
yeterlilikleri konuşuyoruz, ama bunun öncesinin de önemli olduğunu, öncesine
yönelik de talebimizin olması gerektiğini hatırlatmak isterim. Orta öğrenimden
çıkan bir öğrencinin mimarlık eğitimine gelmeden önce aldığı bilgiler çok
önemli ve biz eksik bilgilerle gelen öğrenciyi 4 yıl içerisinde mimar
yapıyoruz. Böylesine önemli bir konunun, bu bütünlük içerisinde görülmesi ve
geliştirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Sadece 4 yıl içerisinde çok mükemmel
bir eğitim vererek, Türkiye’deki eğitim ve mimarlıkla ilgili sorunları
çözemeyiz. Ülkemizde mimarlık meslek yetkisinin verilmesi ve bu yetkinin
belirli şartlara bağlı olarak yenilenmesinin düzenlenmesi uzun zamandır üzerinde
görüştüğümüz, irdelediğimiz konular. Daha da tartışacağımız açık. Konumuz
sadece yurtdışı diplomaların denkliğiyle sınırlanmamakta, daha geniş bir
bütünlük içerisinde ele alınmakta ve değerlendirilmektedir. Ancak bu alandaki
en önemli sorun yasal eksikliklerdir.
MESLEKİ ORTAM
§
Sizce Türkiye mimarlık yapmak için “ilginç” bir yer mi? Yanıtınızı
gerekçelendirir misiniz?
§ Türkiye’deki mimarlık
pratiğinin dünya piyasasına tasarım hizmeti sağlamadaki rolünü ve piyasa payını
nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye’deki mimarlık pratiğinin dünya genelindeki
hizmet rekabetine ne kadar açık olduğunu düşünüyorsunuz? Örneğin AB
mimarlarının Türkiye’ye hizmet sunması Türk mimarların Avrupa’ya hizmet
sunmasından daha mı kolay?
Küreselleşmenin çok yönlü bir şekilde bütün
dünyayı etkilediğini, ülkemizin ve mesleğimizin de kaçınılmaz olarak bu sürecin
içinde olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu süreci iki zıt kutuptan izlemek ve
yorumlamak mümkün; ülkemizde her iki örneği de sıklıkla izliyoruz.
Küreselleşmeyi büyük bir açılım, dünyayla entegrasyonumuzu sağlayacak bir umut
olarak görmek ve bu şekilde olumlamak pekâlâ mümkün. Şüphesiz ki bu durumda
karşılaştığımız sorunların yorumlanmasında bazı açmazlara düşebilir, elimizden
gidenin ardından şaşkınlıkla bakabiliriz. Belki de bu kâbusu görmemek için
korumacılığı genişletmeyi, uluslararası ilişkilere yönelik bir tehdit söylemini
tercih edebilir ve bununla avunabiliriz. Oysa günümüzde gerek ticari, gerek
siyasi, gerekse de kültürel ilişkilerde uluslararası etkileşime girmeyen, bunu
dışlayabilmeyi beceren bir alan bulmak oldukça güç.
Küresel ölçekte mimarlık hizmet ticareti kapsamındaki
bir bilgiyi paylaşmak isterim. Yurt dışı mimarlık hizmetlerinin toplam
bedelinin (2008 yılı verilerine göre) 2,8 milyar Euro olduğu UIA Başkanı
tarafından açıklanmıştı. Mimarlık hizmetini ihraç eden ülkeler olarak ABD,
İngiltere, Almanya, Fransa, İspanya ve Japonya’nın öne çıktığı; yurt dışı
mimarlık hizmetine talip olan ülkelerin öncelikle Asya, Ortadoğu, Rusya ve Doğu
Avrupa ülkeleri olduğu belirtiliyordu.
Hâlihazırda bazı ünlü yabancı mimarların,
yanlış ve haksız imar uygulamalarını perdelemek için ülkemize davet
edildiklerini, ülkemizde geçerli imar hukuku çerçevesinde çalışma izni bile
alma zahmetine katlanmayan bu yabancı mimarlara, büyük iltifatlarla önemli
kentsel projelerin sorumluluğunun verildiğini biliyoruz. Ülkemizde ciddi bir
inşaat piyasasının olduğunu, yabancıların bu piyasadan pay kapmak istedikleri
bir gerçek.
Meslektaşlarımız dünyanın her yerinde
mesleklerini yapabiliyorlar, ancak proje üretimi sürecindeki konumları, önemli
bir tartışma konusu olarak önümüzde durmaktadır. Proje üretme kapasiteleri
anlamında bir eksikliğinden söz edemeyeceğimiz ülkemizin sayılı mimarlık büroları
uluslararası alandaki ihalelerde ancak taşeron olarak iş alabilmektedir. Mimarlar
Odası ve UIA uluslararası ortaklıklar kurulmasını öneriyor, fakat bu süreçte
eşit değerde bir ortaklık yapılamıyor. Bir yandan yetki alabilmiş bir yabancı
kuruluş oluyor ve siz onun yerel ortağı oluyorsunuz. Bu asimetrik ilişki bir
ölçüde taşeronluk niteliği taşıyor; büyük ihaleleri bölgede yabancı kuruluşlar
alıyorlar ve size aktarıyorlar. İmzacılık anlamında bir ortaklık söz konusu
ediliyor. Neticede kötü bir hizmet üretmiyorsunuz, ancak bu çerçevede
kalabilir, onunla yetinebilirseniz uluslararası ortaklık düzeyinde bir ilişki sürüyor.
Bu bizi yaralayan bir şey, bunu aşmamızın önemli yollarından birisi de eğitim; hem
üniversite eğitimi, hem üniversiteden sonraki meslek içi eğitim. Üstelik sadece
büro sahibinin değil, bürodaki bütün teknik kadronun meslek içi eğitiminin bu
kapsamda değerlendirmeye alındığı bir ihale düzeni söz konusu.
Sorun uluslararası standartlara sahip bir
mimarlık eğitiminin, bir mimarlık hizmetinin ülkemizde de verilebilmesinin
koşullarını yaratmaktır. Amacımız meslektaşlarımızı ülke sınırlarının bir adım
dışında mimar sayılmama ayıbından kurtarabilmektir; meslektaşlarımızın gerek
ülke dışında, gerekse yurt içinde yabancılarla ortaklaşa yürüttükleri mimarlık
hizmetlerinde eşit olabilmelerini sağlamaktır; kendi ülkemizde kendi
meslektaşımızın taşeron derekesine indirilmesine engel olmaktır.
ROLLER / AKTÖRLER
§
Sizce günümüzde Mimarlar Odası’nın yapılı çevre üzerindeki etkisi
nedir? Son yıllarda Oda’nın siyasal ağırlığının arttığını ya da azaldığını
düşünüyor musunuz? Sizce -eğer varsa– bu değişim ne anlama geliyor? Cevabınızı
gerekçelendirebilir misiniz?
§ İşverenin mimarlık üretim
sürecine ve sonuç ürüne etkisini nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye’de işveren
davranışları açısından bazı genelleşmiş eğilimlerin söz konusu olduğunu
düşünüyor musunuz? Cevabınızı örneklendirebilir misiniz?
§ Kullanıcının mimarlık ürünüyle
kurduğu ilişki ve mimarlık ürününe ilişkin değerlendirmeleri sizce ne anlama
geliyor? Binalarınızın tasarım ve/veya inşa sonrası yaşamı hakkında ne tür geribildirimler
alıyorsunuz?
Öncelikle Mimarlar Odası nasıl algılanıyor konusuna değinmek, bu algı
ve görevler üzerinde kısaca durmak isterim. Oda’yla ilgili bir algı sivil
toplum kuruluşu olduğu yönündedir; ya da bir kültür kurumu, sadece kültürel
değerlerin ya da kültürel mirasın korunmasıyla uğraşan bir kültür kurumu gibi
davrandığı söylenir. Ya da bir takım resmî, bürokratik işlerle uğraşan, kayıt
kabul işleri yapan ya da birtakım belgeler veren bir kurum olduğu da dile
getirilir. Tabii ki bunların hepsi, belki de fazlası söz konusu; ama özünde bir
meslek kuruluşudur, meslekle ilgili sorunlarla ilgilenir. Elbette bütün bunları
yaparken örneğin kent sorunlarına yönelik bir sivil toplum kuruluşu
duyarlılığıyla davranır. Bu konuda benzer duyarlılıktaki insanlarla birlikte tavır
alır. Kentinde, mahallesinde bir sorun olan insanlarla teknik ve hukuk bilgisini
paylaşır.
Mimarlar Odası’nın toplum ve kamu hizmetinde sürdürdüğü mücadelesi
doğal olarak pek çok kişi ve kurumu rahatsız etmekte, kimilerinin çıkarlarını
zedeleyebilmektedir. İktidar partisi yöneticileri konuşmalarında meslek
odalarını, özellikle adını vererek Mimarlar Odası’nı ideolojik davranmakla
suçlamaktadır. Mimarlar Odası’nın kendi görevini yerine getirmediği, siyasetle
uğraştığı, yerel yönetimlerin projelerini engellemeyi marifet saydığı, dava
açmaktan başka bir şey yapmadığı gibi pek çok iddia sıkça dile getirilmektedir.
Devlet Denetleme Kurulu’nun Cumhurbaşkanı’nın görevlendirmesiyle meslek odaları
hakkında hazırladığı rapor, yönetimin bu konudaki hazırlıklarına altlık
olabilecek bir çalışmayı oluşturması bakımından önemli. Raporun yayımlandığı
günden bu yana yerel yönetimlerden en üst kamu yöneticisine kadar her fırsatta
meslek örgütlerine, özellikle de Mimarlar Odası’na saldırmak, kapatma
tehditleri savurmak rutin bir söylem tarzı oldu. Hatta bazı müteahhitler Oda’yı
teröristlikle bile suçlayabildi. Özellikle son günlerde en yetkili ağızlar yine
Mimarlar Odası’nı dava açtığı, kamu yararını savunduğu için eleştirince
durumdan vazife çıkaran bazı basın organlarında Oda’ya yönelik hakaretamiz yayınlar,
yalan haberler tekrar dolaşmaya başlamıştır.
Meslek odalarının görevi yönetimlerin yapmak istedikleri
düzenlemeleri takip etmek, söylemleriyle dile getirdikleri önerileri deşifre
etmek, kamuoyuna doğru bilgiler aktarmaktır. Mimarlar Odası, hükümetin
mimarlıktan sorumlu devlet bakanlığı değildir; yönetimlerin aldığı her kararı
onaylayan, onun nasıl hayata geçeceğini düşünmekle kendini sınırlayan resmî bir
kurum değildir. Şüphesiz, siyasi bir yapılanma da değildir; gücünü Anayasa’dan
alan, kamu yararına hizmet eden bir meslek örgütüdür. Kuruluşundan bu yana
kente karşı suç niteliği taşıyan kararları ve yapılaşma uygulamalarını yakından
takip etmek, incelemek, irdelemek ve gerekirse hukuki yollara başvurmakla
yükümlüdür. Bu görevi, elbette idareye hoş görünmek veya zıtlaşmak için değil,
toplumsal sorumluluğu gereği yapmaktadır. Kamuoyunu bilgilendirmekte;
yönetimlerin gölge kabinesi gibi çalışmakta; kentle ilgili kararlarda söz
sahibi olduğunu her ortamda dile getirmektedir. Yönetimlerin meslek odalarının
eleştirilerini bir engelleme olarak değil, sürece bir katkı olarak görebilmesi
bir demokrasi ve kültürel birikim sorunudur. Ne yazık ki hangi siyasi eğilimden
olursa olsun yönetimlerin bu konudaki performansı pek parlak olmamaktadır.
Kullanıcının mimarlıkla, mimarlık ürünüyle ilişkisi üzerine de bir
şeyler söylemek isterim.
Yeryüzünün en köklü uygarlık birikimine sahip ülkelerinden biri
olma ayrıcalığı, elbette beraberinde önemli sorumluluklar getirmektedir. Biz,
bugünün mimarları olarak kendimizi, bu mirası sağlıklaştırmanın yanı sıra daha
da zenginleştirerek gelecek kuşaklara aktarma göreviyle yükümlü hissediyoruz.
Onca mimarın, yapı ustasının eserinin, birikiminin yanına kendi yorumumuzu,
yapımızı koymayı; katkımızı, yaratıcılığımızı esirgememeyi; nitelikli tasarım
katkısıyla sadece yapının sahibinin ve kullanıcısının değil, kentin ve
kentlinin de yaşam kalitesini, beğeni düzeyini yükselten bir etki bırakabilmeyi
önemsiyoruz. Yıllardır pek çok meslektaşımız saygın eserleriyle bunu
gerçekleştirmişlerdir. Bunca kaosun içerisinde kolaylıkla fark edilmese de,
kullanıcıları tarafından hoyratça değiştirilse de bu eserler nitelikli
duruşlarıyla örnek olmaya devam etmektedir.
Yapı üretim süreci çok yönlü, çok bileşenlidir. Yapılı çevrenin
daha kaliteli olması sadece bu bileşenlerden birisinin, örneğin sadece mimarın,
işini daha iyi yapmasıyla sağlanamayacak kadar karmaşıktır. Kamunun düzenleyici
ve yol gösterici rolü, yerel yönetimlerin kentlerin planlanmasında, kent
projelerinde gösterecekleri özen, mimarın ve teknik elemanların kendilerinden
beklenen teknik ve yaratıcı hizmet üretimini layığıyla yerine getirmeleri,
yapılı çevrenin arzulanan kalitesini sağlamaya yönelik çok önemli temel
gerekliliklerdir. Ancak yapı sürecinin diğer bileşenlerinin, yapı ustalarının,
yapı malzemesi sektörünün ve benzer unsurlarının da kaliteli hizmet konusunda
üstlerine düşeni yapmaları da gerekmektedir. Ve tabii ki mimarlık hizmetine
talip olanların, kullanıcıların, kentlilerin iyiyi güzeli arayan, ayıplı, eksik
hizmeti reddeden bilinçli tavrı çok önemlidir.
Mimarın yapı ve yapılı çevre üretimiyle ilgili kararlarda neden
yeterince etkin olamadığını, binlerce mimar yetiştirilmesine rağmen, mimarlık
bilgisinden ve mimarın birikiminden gereğince neden yararlanılmadığını
sorgulamalıyız. Sadece imar mevzuatı gerekli gördüğü için bir mimarın imzasına
başvurulmasını; kullanıcının seramiğe verdiği bedeli değil de, mimara verdiği
ücreti çok görmesini de sorgulamalıyız.
Yapıların mimarlarıyla birlikte anılmaları evrensel bir olgu
olmasına rağmen neden mimarlarımızın yapılarına plaket çakmadıkları gündeme
getiriliyor. Ama mimarın birkaç sene sonra kendi yapısını tanımakta zorluk
çektiği; ilave kat çıkılması, balkon kapatılması, her bir katın farklı
panjurlarla donatılması, cephenin klima ve tabelalarla görünmez hale gelmesinin
mimar için acı veren bir durum olduğu göz ardı ediliyor. Kullanıcının yapının
mimarına, inşaatın sorumluluğunu üstlenen teknik elemanına danışma gereğini
bile duymadan istediğini yapabilme özgürlüğünü sorgulamalıyız.
Mimarlar Odası’nın hazırlayarak kamu yönetimine ve mimarlık
kamuoyuna sunduğu “Mimarlık Hakkında Kanun” taslak metninin amaç maddesinde,
mimarlık, “toplumsal yaşamın ve kültürün
maddi ve moral gereksinmelerine göre, yapı, toplu yapı ve kent biçimlendirmesi,
tasarımı, üretimi, kullanımı ve yeniden kullanımı kolektif süreçleri ve
sonuçlarını kapsayan ve güzel sanatlar ağırlıklı bir kültür faaliyeti”
olarak tanımlanmaktadır. Metinde kullanım ve yeniden kullanım süreçleri
özellikle belirtilmiş; bu alandaki hukuki boşluğa ve pratikteki keşmekeşe
dikkat çekilmek istenmiştir.
Yapıların sağlıklı bir şekilde yaşlanabilmesi, bina güvenliğinin
sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi açısından da mimarın sürece şimdikinden
daha etkin bir şekilde katılması gerekiyor. Mimarların bina ve site yönetimi
alanında uzmanlaşmaları, bu konuda sertifikalı eğitimlerin yapılabilmesi, kat
mülkiyeti hukuku başta olmak üzere hukuk bilgisine ve kullanım sorunlarıyla
ilgili teknik bilgiye sahip mimarların bu alanda görev almalarını teşvik edecek
yönetimsel düzenlemeler önerilmektedir.
Mimarın yapı kullanımı sırasındaki sorumluluğunun vurgulanması ve
bu sürecin değişik boyutlarıyla ele alınmasının yanı sıra hukuki sorumluluk açısından
mimarın konumunun irdelenmesi öncelikli önemde bir konu olmakla birlikte, yapıya
müdahalelerin mimari yaratıcılık ve bir başka yaratıcılığa müdahale anlamında
da sorgulanmasının gerekli olduğunu düşündürüyor.
Yapıların inşa sürecinden sonra teknik olarak sahipsiz kalması;
teknik elemanların yapı üzerindeki sorumluluğu ve mimarın Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu kapsamında müelliflik hakları hukuki olarak sürmesine rağmen,
uygulamada yaşanan karmaşa irdelemenin sürdürülmesini gerekli kılacak
boyutlardadır. Fonksiyonu değiştirilen ve yoğunluğu artırılan yapılarda yaşanan
sorunları, konuttan işyerine dönüştürülen, kamuya açık kullanıma yönelik
yapılan yerli yersiz müdahaleleri çevremizde sıkça gözlüyoruz.
Kentlerimizin artan rant baskısı karşısında defalarca yenilenmesi,
pek çok kent parçasının bu değişim sürecinden kötü etkilenmesi şüphesiz ki o
bölgede yaşayanların hayatını kötü bir şekilde etkilemektedir. Ancak çok önemli
bir başka boyutun da dile getirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Kentlerimizin
farklı dönemlerinin belgesi olabilecek yapılar, belirli bir kaliteyi, mimari
anlayışı yansıtan yapı öğeleri, cephe tipolojileri, detaylar yeni kullanıcılar
tarafından kendi kurumsal kimliklerinin öne çıkartılması uğruna heba
edilebilmektedir. Yerel yönetimlerin kentlerin kimliklerini korumak, yapı
sürecini düzenlemek gibi görevleri elbette vardır, ancak öncelikle toplumdaki
mimarlık ve kent kültürü alanındaki birikimin, duyarlılığın bu hoyrat yıkımın
önüne geçebileceğini umuyoruz.
§
Günümüz Türkiye’sinde mimarlık meslek ortamını nasıl
değerlendirirsiniz? (cinsiyet, çalışma alanları, illere göre dağılım,
istihdam…)
Mimarlık meslek ortamımızla ilgili bazı
bilgileri Mimarlar Odası’nın sicil kayıtlarından hareketle sizlerle paylaşayım.
TMMOB Mimarlar Odası 1954’te kurulduğunda 735 üyesi var. 17 Mayıs 2017 tarihi
itibariyle kayıtlı üye sayısı ise 51.968. 2016 yılında Oda’ya 3.292 yeni üye
kaydı yapılmış.
2016 yılında üye kayıtlarındaki kadın-erkek
oranına dikkat edilirse, kadınlar lehine bir artışın olduğu görülecektir. Fakat
meslek ortamına girildiğinde kadınların aktif rol alma oranı azalıyor, bunu da
bir tespit olarak paylaşıyorum; bu önemli bir tartışma konumuz. Okuldan
çıktıktan sonra yetki alma noktasına gelindiğinde kadın meslektaşlarımız ikinci
plana itilmek durumunda kalıyorlar. Tablo 4’te büro tescili yaptıranların
kadın-erkek oranlarını görüyorsunuz; çok bariz bir ayrımcılık söz konusu,
eşitsiz bir dağılım var.
Nüfusumuzun yüzde 19’u İstanbul’da yaşıyor,
mimarların ise yüzde 38’i İstanbul’da çalışıyor ve bir tahminimize göre de
proje hizmetlerinin yüzde 60’ı İstanbul’da gerçekleştiriliyor. Bu da tabii ciddi
bir anomali getiriyor. Bu durumu da tartışılması gereken bir tespit olarak
belirtmeliyim.
Üye artışımızı hep konuşuyoruz. Nüfusa göre
Avrupa’da 10.000 kişiye 10 mimar düşüyor, Türkiye’de henüz 6 mimar düşüyor. Bu
karşılaştırmanın aldatıcı bir yanı olduğunu düşünüyorum, sadece nüfusa bağlı
olarak bir ülkedeki mimar ihtiyacını belirlemek özellikle Türkiye için doğru
bir yaklaşım değil.
“Diploma = iş” denkleminin geçersizleştiğini,
Türkiye’de ciddi bir diplomalı işsizliğin söz konusu olduğunu belirtmeliyiz.
Yapı üretim süreci bu artışı istihdam edemiyor. Ülkemizdeki bunca inşaat
furyasına rağmen işsizlik mimarları ve mühendisleri de etkiledi; 90 bin işsiz
mühendis, mimar ve şehir plancısı olduğu belirtiliyor. Meslektaşlarımızın ve
mimarlık bürolarının da krizden etkilendiğini görüyoruz; bürolar kapanıyor, pek
çok meslektaşımız ya ek işlerle uğraşarak ayakta durmaya çalışıyor ya da
ücretlileşiyor.
Kamu kesimindeki teknik eleman istihdamında
ciddi bir daralma olduğunu gözlüyoruz. Milyonlarca metrekarelik alanların
imarına karar verebilen yüzlerce belediyede, hiçbir teknik elemanın
görevlendirilmemiş olmasını ülkemizdeki yapılı çevre üretimiyle ilgili çok
çarpıcı bir olgu olarak belirtmek isterim.
Günümüzde teknik elemanların konumlarının,
teknolojinin, üretim ilişkilerinin gelişim ve dönüşümüne bağlı olarak tarihsel
bir başkalaşım içerisinde olduğu bir gerçek. Plansız ve altyapısız bir şekilde
her ilde üniversite açılmasına bağlı olarak artan mezun sayısı ve sıklaşan
krizlerin, meslektaşlarımızın emeğini daha vasıfsız bir emek türü haline
getirdiği; ucuz işgücünün oluşmasına neden olduğu tespitini yapmamız gerekiyor.
Ücretli çalışan meslektaşlarımız işsizlik, düşük ücretler, uzun çalışma
saatleri, özlük haklarının gasp edilmesi, sigortasız çalıştırma, fazla mesailerin
kayıt altına alınmaması ve fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi gibi sorunlarını
yüksek sesle dile getiriyorlar, haklarını arıyorlar.
Mimarlar Odası’nın 2016 kayıtlarına göre
üyelerin çalışma alanlarına ilişkin bilgiler Tablo 6’da yer alıyor. Büro
tescili alanların 8.532 kişi (yüzde 17) olduğunu görüyoruz, yüzde 17 sadece 2016’da
büro tescili yaptıranlar; bu oran yıllara göre biraz artabilir, ama hiçbir
zaman yüzde 50 değildir. Mimar sayısı arttıkça büro tescili yaptıran
meslektaşlarımızın sayısı artsa da bütün içerisindeki oranı düşmekte, ücretli
çalışan meslektaşlarımızın oranı artmaktadır.
Yapı denetim alanında 1.654 (yüzde 3),
kontrol elemanı alanında 1.708 (yüzde 3), şantiye sorumlusu olarak 3.189 (yüzde
6) meslektaşımız 2016 yılında belge almış. Akademisyenlerin sayısını tam
bilmiyoruz, tahminimiz 2.000 (yüzde 4) civarında olduğu yönündedir. Kamu
çalışanlarının da sayısının (Oda’ya üye olanların) 4.000 (yüzde 8) civarında
olduğunu düşünüyoruz. Diğerleri yaklaşık yüzde 59. Bu yüzde 59’un önemli bir
kısmı ücretli çalışanlar; yapı sektörünün değişik alanlarında, malzeme
üretiminde, malzeme pazarlamada, satın almada vb. çalışan meslektaşlarımız.
§
Ülkemizdeki mimarlık meslek ortamı uluslararası mimarlık meslek
ortamıyla karşılaştırıldığında nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Dünyadaki mimar sayılarını paylaşayım.
Uluslararası Mimarlar Birliği’nin verilerine göre 124 ülkede 1.500.000
civarında mimar var. Avrupa Mimarlar Konseyi’nin bünyesinde AB ülkeleri, aday
ülkeler ve üye olmayan Norveç ve İsviçre söz konusu. Bu ülkelerdeki mimarların
sayısı 565.000.
Mimarların yüzde 70’i gelişmiş ülkelerde
bulunuyor, örneğin 1 milyar nüfuslu Afrika’daki mimar sayısı 50.000 civarında.
Öte yandan mimarlık öğrencilerinin yüzde 70’i gelişmekte olan ülkelerde.
Avrupa’da mimarlık eğitimine olan ilginin azaldığı, mimarlık okulların
kapandığı yönünde bilgiler geliyor. ABD’de de benzer şekilde “WASP” (Beyaz,
Anglosakson, Protestan) diye nitelenen Amerikalıların mimarlık eğitimine pek
ilgi göstermediklerini gözlüyoruz. Bunun nedenleri ne olabilir diye
düşündüğümüzde öncelikle, Avrupa’da inşaat faaliyetlerinin azalması, eğitimin
ve mimarlık mesleğinde yetki sürecinin uzaması, ya da Türkiye gibi ülkelerden
gelen yoğun öğrenci baskısı söz konusu edilebilir. Meslek sigortası primlerinin
yeni büro açanlar için acemilikleri gerekçe gösterilerek oldukça yüksek
tutulması da engelleyici bir faktör olarak belirtilebilir.
Ülkemizdeki kamu kesiminde ve yerel
yönetimlerdeki teknik eleman istihdamının çok azaldığından söz etmiştim.
Özellikle 1980 sonrasında Özal yönetimince kamunun rasyonel çalışması
gerekçesiyle başlatılan ideolojik bir daralma söz konusu. ABD ve Avrupa
ülkelerinde kamu yönetiminde çalışan mimar sayısının karşılaştırılması bu
alandaki açmazımızı çok çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Kaliteli bir
çevrenin oluşmasında yerel yönetimlerin rolünü ısrarla vurguluyoruz; ancak
ülkemizdeki herhangi bir kentle aynı nüfusa sahip bir Avrupa kentinde
belediyede görevli mimar sayısını karşılaştırınca acı bir tablo karşımıza
çıkıyor.
§
Sizce günümüz Türkiye’sinde ulusal bir mimarlık politikası
üretilebilir mi? Üretilebilirse nasıl? Üretilemezse neden?
Kentlerimizin yaşam kalitesinin yükseltilmesi,
mimarlığın bir sanat olarak kamuoyunda daha etkin bir şekilde vurgulanması,
toplum ve mimarlık ilişkilerinin geliştirilmesi doğrultusunda hazırlanan Türkiye
Mimarlık Politikası metninin hep birlikte tekrar ele alınarak geliştirilmesinin
önemine bu vesileyle değinmek isterim. Ulusal Mimarlık Politikaları, mimarlık
ürünleri ve yapılı çevrenin niteliğinin kamu yararına olduğu düşüncesinden
hareketle, mimarlık uygulamalarında standartları yukarıya çekme hedefini,
hükümet politikalarıyla bütünleştirme amacını taşımaktadır. Bu politikalarda
özellikle kamu yapılarının inşa süreciyle ilgili belirli koşulların getirilmesi
yer almakta, kamunun yol gösterici olması hedeflenmekte, nitelikli yapılara
ulaşmanın yolları aranmakta, bu amaçla mimarlık meslek kuruluşlarıyla merkezî
kamu kurumları arasında işbirliği ortamları öngörülmektedir. Sadece kamunun
değil, inşaat sektörünün geneli için yüksek nitelikli bir referans çerçevesi
çizilmesi hedeflenmekte, yüksek kalite, yüksek standartlar, sürdürülebilir
kalkınma, mimari mirasın korunarak gelecek kuşaklara aktarılması ve mimarlıkta
yenilikçi yaklaşımların özendirilmesi gibi başlıklar ele alınmaktadır.
Kimi ülkelerde yasa şeklinde, kimi ülkelerde
hükümet politikası düzeyinde, kimi ülkelerde de daha farklı biçimlerde
yürürlükte olan, kabul gören mimarlık politikaları vardır. Ulusal düzeyde kabul
gören politikaların yanı sıra, bölgesel ve yerel yönetimler de mimarlık ve
yapılı çevreye ilişkin çeşitli politikalar oluşturmaktadır.
Benzer bir yaklaşımla toplum ve mimarlık alanında
önemli bir tartışma zemini yaratması umulan “Türkiye Mimarlık Politikası’na Doğru”
başlıklı metin bir basın açıklaması ile kamuoyuna duyurulmuş; geniş bir şekilde
dağıtılmıştı. Mimarlıkla ilgili basının her gün şikâyet ederek değindiği
konuların nasıl çözülmesi gerektiği üzerinden bir tartışma yürütülmesi,
mimarlığı gündemde tutma amaçlanıyordu. Ne yazık ki bu konuda yeterli bir
tartışma zemini bulanamadığını belirtmek durumundayım.
Toplumun mimarlığı kavrayamadığı, mimarla
doğru bir ilişki kuramadığı, belediye istediği için çoğunlukla mimara
gelindiği, mimarın yapı üretme sürecinde özgürce çalışamadığı belirtiliyor ve
aksı kayan bu çalışma düzenini yerine oturtmak hedefleniyordu. Toplumla
birlikte mimarlığı tartışmak, topluma yönelik mimarlık yayınları üretebilmek
önemli. Ancak öncelikle aydınların, yazarların, gazetecilerin mimarlıkla ilgili
bilgilenmelerini, gazetelerin mimarlıkla ilgili yazı ve değerlendirmelere yer
vermelerini sağlamalıyız.
Türkiye Mimarlık Politikası metni, zamanın Cumhurbaşkanı
dahil pek çok kamu yöneticisine, TBBM’deki milletvekillerine, bakanlık
yetkililerine, kamu inşaatlarından sorumlu ilgili yapılanmalara, Türkiye’deki
hemen bütün belediyelere, yerel yöneticilerin oluşturdukları birliklere bir ön yazı
ile gönderildi. Metni irdelemeleri, eleştirmeleri, değerlendirmeleri istendi.
Metnin katkılarıyla geliştirileceği, dünya örnekleri aktarılarak anlatıldı.
Mimarlık dergisinde yayınlamak üzere kendilerinden görüş istenen yerel
yöneticiler böylesi bir konuda katkı yapmaktan çekindiler. Mimarlık adına,
kentleşme adına önemli yatırımlara imza atan, önemli kararlar alan kurumların
yöneticileri ülkemizdeki mimarlık politikasının nasıl olması gerektiği üzerine
bir görüş üretmek istemediler.
Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu
toplantılarında kamu kuruluşlarının yaklaşımlarını, mimarlıkla ilgili karar süreçlerinde
nasıl davrandıklarını, geliştirdikleri projelerin sunumlarını izlemek ufuk
açıcı bir deneyim sağlamıştı. Pek çok bölgede yerel yönetimlerin de ulusal
mimarlık politikasına benzer mimarlık politikaları olduğu görülüyordu. Bu
metinlerin kentlilerine, vatandaşlarına yönelik taahhütleri olduğunu, mimarlık
adına yapabileceklerini ve yaptıklarını nasıl bir yöntemle
gerçekleştireceklerini aktaran metinler olduğunu belirtiyorlardı. Daha kaliteli
bir yaşam çevresine kavuşmak için mimarlığın önemine vurgu yapan metinler
olduğunu görüyorduk. Ne yazık ki ülkemizde kamu yönetiminin böylesi bir
belgenin paylaşılması, geliştirilmesi veya ortaklaşa yeniden üretilmesi
kapsamında bir yaklaşımını göremedik. Mevcut şartlar çerçevesinde bugün kamu
yönetiminden böylesi bir duyarlılığın beklenmesinin gerçekçi olmadığını biliyoruz.
Türkiye Mimarlık Politikası’na Doğru metninin
üniversitelerimizle birlikte değerlendirmesi, bu konuda kendi disiplinimiz
içerisinde katkılar derlenmesi de hedeflendi; bu amaçla üniversitelerde görevli
tüm akademisyenlere bu metin göndererek şimdiye kadar rahatsızlıklarını dile
getirdikleri konularda öneriler geliştirebilecekleri, metni
değerlendirebilecekleri iletildi. Bütün bunlara rağmen, Türkiye Mimarlık
Politikası gibi bir üst dil geliştirme amacını taşıyan bir metnin tartışılması
konusunda gösterilen ilgisizlik şaşırtıcıdır. Baskıcı, tektipleştirici bir
mimarlık ortamının yaratılmak istendiğinin sanılmasının, bir üslup baskısı
olacağı kaygısının bu ilgisizlikte etkin olduğunu düşünüyorum.
Aradan geçen yıllar içerisinde bu konudaki
duyarlılığın arttığını memnuniyetle gözlüyoruz; kamu kaynaklarının
kullanılmasındaki özensizliğin, siyasi erk eliyle dayatılmak istenen estetik
düzenin örneklerini gördükçe böylesi bir politika arayışının öneminin dile
getirilmesi kaçınılmaz olmuştur. Türkiye Mimarlık Politikası metninin kamu
yönetimi tarafından benimsenmesi, kanun veya kararname şeklinde yürürlüğe
girmesi belki uzak bir hedef olarak gündemimizde hep duracaktır. Ancak
öncelikle mimarlık meslek ortamı olarak bizim bu metni, toplumla mimarlık
kapsamında kuracağımız ilişkilerde bir araç olarak kullanmamızın, birlikte
geliştirmemizin yolunu bulmamız gerekiyor. Ülkemizdeki mimarlık birikiminin
bunu yapacak güçte olduğuna inanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder