1 Mayıs 2021 Cumartesi

Ahmet Eyüce ile İki Dönem

Bir süre önce sevgili Ahmet Eyüce’nin anı kitabını görünce hem sevinmiş, hem de böylesi bir derlemenin dışında kalmış olmaktan dolayı üzülmüştüm. Oysa ne çok şey paylaşmıştık, öncesinde ve sonrasında… Elbette yazabilirdim, bir şeyler aktarabilmeyi çok isterdim. Benden niye yazı istenmedi diye de hayıflanmıştım. Korana günlerinde evimizin, kitaplığımızın, bilgisayarımızın içindeki yayıntıları temizlerken birden karşıma çıktı. Oysa bana da davet gelmiş, iletiyi okuyup bir kenara koymuşum, herhalde daha vakit var diye düşünmüş olmalıyım, gerçekten çok mahcup oldum. Böyle bir katkı çağrısına cevap verememiş olmaktan dolayı çok üzgün olduğumu sevgili Özen’e ve Hikmet’e ilettim, bu sevimsiz mazeretimden dolayı beni mazur görmelerini diledim. Neyse ki Ege Mimarlık dergisi bu ayıbımı telafi edebileceğim bir fırsat vermiş oldu. 

Sevgili Ahmet Eyüce ile iki ayrı dönemde yoğun beraberliğimiz oldu. ODTÜ günlerinde başlayan ve dekanlığı döneminde yeniden buluşmanın heyecanıyla sürdürdüğümüz beraberliğimizden süzülen güzel anıları bu vesileyle paylaşmak isterim. 


2 Mayıs 2002, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinin Yıldız Sarayı Dış Karakol Binasındayız. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın üçüncüsünün hazırlık toplantılarından birindeyiz. (soldan) Hakkı Önel, Bülend Tuna, İhsan Bilgin, Günhan Danışman, Ahmet Eyüce.

ODTÜ’ye geldiğimde, değişik bir ortamın içine düştüm diyebilirim. İzmir’deki yatılı günlerimden sonra Ankara’da ODTÜ gibi bir üniversitede okuyacak olmak köklü bir değişiklikti. Üniversitenin fiziki ortamı çok çarpıcıydı, şehrin epey dışında güzel bir kampus içerisinde yerleştirilmiş modern binalar, kayıt yaptırma telaşı içerisindeki renkli kalabalık farklı bir eğitim döneminin eşiğinde olduğumu hissettiriyordu. ODTÜ devrimci öğrenci hareketinin en yoğun yaşandığı yerlerden biriydi. Avrupa’daki 68 olayları Türkiye’de farklı yaşanmış, değişik nedenlerle üniversiteler işgal edilmişti. ODTÜ işgal günleri henüz hafızalarda tazeydi, bizden bir iki yaş büyükler heyecanla aktarıyorlardı. O büyük heyecanın içine biz de katıldık, önemli bir şeyler yapabiliyor olmak, bir şeylerin içinde olmak, yapılanlara katkı koyabilmek olanağının sunulması genç gururumuzu okşuyordu.

Ankara günlerimde hayatımda pek çok değişiklik oldu. Başkent Ankara İzmir’den oldukça farklı bir yerdi, özellikle o yıllarda bu daha yoğun bir şekilde hissediliyordu. Cumhuriyetle birlikte yapılmaya başlanan devletin prestij yapıları etkili bir şekilde kentin siluetini belirliyordu. Farklı beraberlikler içerisinde çok değişik çevrelere girebilme fırsatını bulmuştum. ODTÜ’de şehir planlama bölümü öğrencisi İhsan Tutum’u tanıyordum, beni yakın arkadaşı mimarlık öğrencisi Ahmet Eyüce’yle tanıştırdı, hemen kaynaştık, yakınlaştık. Benden birkaç sınıf büyüktüler, birlikte geziyor, onların arkadaşlarıyla tanışıyorduk. Ahmet Eyüce’yle daha sonra yurtta oda arkadaşı olduk, aynı ranzayı paylaştık, yıllarca sürecek dostluğumuz giderek pekişti.

Ahmet Eyüce “meşhur” ranzasında.

Ahmet’in stüdyosuna gider, arkadaşlarıyla da tanıştığım için yadırganmazdım. Birlikte gezmeye, farklı etkinliklere katılmaya başlamıştık. Ahmet kendi sınıfından arkadaşlarla birlikte gittikleri Şanzo Panzo isimli bir meyhane kulüp arası bir yere beni de götürmeye başladı. O ortamdan Teftor’u, Özgür Akarsu’yu, Oktay Akdeniz’i, Aydın Kılcıoğlu’nu ve daha nicesini hatırlıyorum. Burası ilginç bir yerdi, her gelenin kolayca girebileceği bir meyhane gibi değildi. Özellikle Devlet Tiyatrosu oyuncuları gösteri sonrasında yoğun olarak gelirlerdi. Sahnede izlediğimiz, isimlerini duyduğumuz pek çok sanatçıyı orada görürdünüz. Ankara’nın geleneği diyebiliriz, işinden çıkan memur takımı bir süre Kızılay’da dolaşır, Sakarya caddesindeki meyhanelerde biraz demlenir ve sonra da evlerine giderlerdi, ortalık birden ıssızlaşırdı. Sonraki yıllarda da Ankara’nın ünlü meyhanelerinin müdavimi olduk, Tavukçu, Uysal çok sık gittiğimiz, gidince mutlaka bir tanıdığa rastladığımız yerlerdi.  

Üniversiteye gelmeden önce klasik müzikle dersler dışında hemen hiç ilgilenmemiştim. Özellikle ilk yıllarda Ahmet’le ve mimarlıkta beraber olduğumuz arkadaşlarla birlikte Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının hafta sonu konserlerine gitmeye başladık. Etkileyici bir ortamdı, izleyenlerin farklı yapısı Ankara’nın bir başkent olduğunu hatırlatıyordu. Müziği canlı olarak dinlemenin zevkine varmaya başlamıştım. Bir süre sonra gündemimiz başkalaştı ve takip edemez oldum, ancak klasik müzikle ilgimin başlangıcının o yıllarda izlediğim konserler olduğunu söyleyebilirim.

Yurtta karşımızdaki odada kalan Oktay Akdeniz’le Ahmet çok yakın arkadaştılar, birlikte olduklarında oluşan neşe ortamı, yaratılan teatral havanın tadı unutulacak gibi değildi. Birlikte Almanya’ya gitmişler ve bir yaz çalışarak bir dolu hatıralar ve fotoğraf makinesiyle gelmişlerdi. Ben de bir süre sonra meraklanarak bir fotoğraf makinesi edinmiştim. Daha sonra Oktay fotoğrafçılığı iyice geliştirmiş ve bu konuda mimarlık bölümünde ders verebilecek duruma gelmişti. Yıllar sonra bir mezunlar yemeğinde elinde gördüğüm ilginç makinenin özelliklerini anlatıyordu.

Bir sürü proje havada uçuşuyordu, en ilginci de Afrika’da küçük bir ülke olan Leshota’ya gidip safari yapmaktı. Bu konu öyle üstünkörü söylenip geçilen bir şey olmaktan çıkmış, sürekli olarak Afrika’da vahşi ortamda üstü açık bir cip kullanırken yaşanılması muhtemel sallantıların canlandırması da yapılır olmuştu. Her tekrarında senaryo biraz daha gelişiyordu.  

Tatil günlerinde İzmir’e birlikte gider olmuştuk, Beyler sokağındaki evine de gitmiş ve ailesiyle tanışmıştım. Aile ortamında Ahmet’i görmek, annesi, babası ve ablasıyla ilişkisini izlemek ilginçti. Bahattin amcanın bizim şakalaşmamızı mağrur bir tebessümle izlemesi gözümün önünde. Bir süre sonra Söke’ye de gelmiş, bizimkilerle tanışmış ve bir gece bizde kalmıştı.

ODTÜ’de bir başka bölümde okuyan Bodrumlu bir arkadaşımız Ahmet’ten babası için bir mimari proje yapmasını istemişti. Konu Bodrum’un içinde kalan bir mandalina bahçesine mocamp yapmaktı. Heyecanla işe sarılındı, kafasında bir şeyler hazırladı ve birlikte yer görmeye gittik. Bodrum’a giderken bir gece Söke’de bizde kaldı. Yemekten sonra Söke’deki arkadaşlarımla tanıştı, birlikte neşeli bir akşam geçirdik. Hafızasının kuvvetli olduğuna bir örnek vermek isterim. O akşam gençlik arkadaşlarımdan biri İngilizce öğrenmeye niyet ettiğini ve sözlüğü açarak ilk kelime olan “The” kelimesinin manasını arayıp bulamayınca işi bıraktığını söylemiş, hepimizi güldürmüştü. Aradan geçen 40 sene sonra karşılaştığımızda Ahmet bunu gülerek hatırlatmış ve beni bir kez daha şaşırtmıştı.

Bodrum’a gittik ve bahçeyi gördük, fotoğraflar çekildi, ihtiyaçlar belirlendi, yıl 1972 olmalı. Proje çalışmasına Özen’in de katıldığını sanıyorum. Ama ne yazık ki bu proje hayata geçmedi. Üzüldüğünü hatırlıyorum, ne de oysa ilk heyecandı. Ben projeye katılmamıştım ama araziyi görmüş, yapmak istediğini beğenmiştim. Yıllar sonra Bodrum’a gittiğimde o bölgeyle bahçeyle ilgili hiçbir iz bulamadım.  

Bir yılbaşı akşamını da ODTÜ Mimarlık balosunda çalışarak geçirdiğimizi söyleyerek bu dönemi tamamlayayım. Her sene Mimarlık Fakültesinde yılbaşı baloları düzenlenir ve Sosyalist Fikir Kulübüne gelir elde edilirmiş. Ankara’nın çok renkli olmayan eğlence dünyasında gençlerin tercih edecekleri bir ortam oluyordu belli ki. 1970’i 1971’e bağlayan yılbaşında etkinliği düzenleyenler arasındaydık. Gün boyu hazırlıklarla uğraştık. Bir süre önce strüktür dersi için avluda kurulu olan jeodezik dom’u içeri taşımış ve farklı aydınlatma düzenekleri yaparak ortama hareket getirmek istemiştik. Şehirdeki şarküterilerden mezeler alınmış, bir yerlerden de müzik temin edilmişti. Ancak o sene olayların etkisi ile olmalı çok katılan olmadı, yılbaşı etkinliği sönük geçti.

Bir süre sonra Ahmetlerin sınıfı mezun oldu, ayrıldılar. Ben farklı alanlara yöneldim. Okuldan sonra uzak kaldığımız yıllar oldu, görüşemedik, benim de yurt dışı günlerim oldu, uzaktan duyardım, akademik kariyer yapmıştı. Yıllar sonra tekrar buluştuk, Mimarlar Odası’nda yönetici olmuştum, Ahmet İzmir’deydi, gündemlerimiz kesişmeye başladı. Eski dostluğun sıcaklığına yeniden kavuşmanın mutluluğunu yaşadık. Espri repertuarı daha da zenginleşmişti, konuşma performansı herkesin beğenisini alıyordu. Bir süre sonra İstanbul’a geldi, Bahçeşehir Üniversitesi’nde Mimarlık Fakültesi Dekanı oldu, böylece daha sık karşılaşır olduk.

O yıllarda mimari eğitimin yeterliliği, eğitimin niteliği, mesleğe kabul, akreditasyon, sürekli mesleki gelişim yoğun bir şekilde tartıştığımız konulardı. 1999 Depreminden sonra düzenlenmeye başlayan Mimarlık ve Eğitim Kurultaylarında meslek örgütü temsilcileriyle mimarlık akademiasının ortak tartışma platformlarını oluşturmaya çalışıyorduk. Biz de MOBBİG (Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları İletişim Grubu) ve MİDEKON (Mimarlık Dekanları Konseyi) toplantılarına katılıyor, ortak sorunlarımız hakkında görüşlerimizi dile getiriyorduk. Özellikle ortak görüş oluşturma noktasında yaptığımız komisyon toplantılarında Ahmet’in katkısını unutmam mümkün değil. Ne yazık ki o süreçte dile getirilenler, üretilen metinler siyasi iklimin çok farklılaşması nedeniyle hayata geçirilemedi. Ama beraberliğin verdiği ortak çalışma duygusu, birbirimizi anlama çabası önemli bir kazanımdı.

Birlikte katıldığımız toplantılarda aynı ranzada yattığımızı herkese duyurarak konuşmasına başlar, herkesi güldürürdü. Son yıllarında kendisine yakıştırdığı papyonuyla, teatral sunuşlarıyla ilgi çekiyordu. Eski günleri hatırlatan muzipliğiyle, hınzır zekâsıyla, yaptığı esprileriyle herkesin sevdiği biriydi. Beni öğrencilere yönelik toplantılara konuşmacı olarak çağırdığı olurdu, meslek ortamı hakkındaki bilgileri öğrencilerle paylaşmamı isterdi, mezun olunca karşılaşabilecekleri sorunları meslek örgütü yöneticisinin ağzından dinlemelerini bir tür farkındalık eğitim olarak gördüğünü söylerdi.     

Hayat her gün bin bir çeşitliliğiyle bir sürü küçük hikâye sunuyordu Ahmet’e. Bindiği taksinin şoförüyle yaptığı konuşmadan hikâyeleştirebilecek bir şeyler çıkarabilir ve hemen kaydettiği küçük defterine bunları dolmakalemiyle not ederdi. Dolmakalem meraklısıydı ve farklı renk seçkileriyle mürekkepler hazırlamayı severdi. Bir gün benim de sevdiğimi ve kullandığımı öğrenince hemen masasındaki kalemlerden birini hediye etti ve en iyi dolmakalemi Cağaloğlu’nda nereden alacağımın tarifini yaptı.  

Bir toplantı sonrası İzmir’de Pasaport’tan Alsancak limana doğru sahilden yürümeye başladık, eski günlerden, dostluklardan, dostlardan söz ediyor, arada görüşmediğimiz zamanlarda olanları konuşuyorduk. Birden “Bak bu iskeleyi ben tasarladım, dört ayakla çatıyı çözdüm” dedi. O zamana kadar yaptığı işleri bilmiyordum, öğrenme fırsatım olmamıştı. Bu yazıda da Ahmet’in mimari performansına yönelik bir değerlendirmede bulunabilecek durumda değilim. Ben erken yaşta aramızdan ayrılan sevgili dostumun, ranza arkadaşımın, beraberliğimizden kalan anılarını aktarmakla yetineceğim.

Anısına saygıyla… 

Ege Mimarlık dergisinin 2021/2 tarihli 110. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder