Bir süre önce sevgili Ahmet Eyüce’nin anı kitabını görünce hem sevinmiş, hem de böylesi bir derlemenin dışında kalmış olmaktan dolayı üzülmüştüm. Oysa ne çok şey paylaşmıştık, öncesinde ve sonrasında… Elbette yazabilirdim, bir şeyler aktarabilmeyi çok isterdim. Benden niye yazı istenmedi diye de hayıflanmıştım. Korana günlerinde evimizin, kitaplığımızın, bilgisayarımızın içindeki yayıntıları temizlerken birden karşıma çıktı. Oysa bana da davet gelmiş, iletiyi okuyup bir kenara koymuşum, herhalde daha vakit var diye düşünmüş olmalıyım, gerçekten çok mahcup oldum. Böyle bir katkı çağrısına cevap verememiş olmaktan dolayı çok üzgün olduğumu sevgili Özen’e ve Hikmet’e ilettim, bu sevimsiz mazeretimden dolayı beni mazur görmelerini diledim. Neyse ki Ege Mimarlık dergisi bu ayıbımı telafi edebileceğim bir fırsat vermiş oldu.
Sevgili Ahmet Eyüce ile iki ayrı dönemde yoğun beraberliğimiz oldu. ODTÜ günlerinde başlayan ve dekanlığı döneminde yeniden buluşmanın heyecanıyla sürdürdüğümüz beraberliğimizden süzülen güzel anıları bu vesileyle paylaşmak isterim.
ODTÜ’ye geldiğimde, değişik bir ortamın içine düştüm diyebilirim. İzmir’deki yatılı günlerimden sonra Ankara’da ODTÜ gibi bir üniversitede okuyacak olmak köklü bir değişiklikti. Üniversitenin fiziki ortamı çok çarpıcıydı, şehrin epey dışında güzel bir kampus içerisinde yerleştirilmiş modern binalar, kayıt yaptırma telaşı içerisindeki renkli kalabalık farklı bir eğitim döneminin eşiğinde olduğumu hissettiriyordu. ODTÜ devrimci öğrenci hareketinin en yoğun yaşandığı yerlerden biriydi. Avrupa’daki 68 olayları Türkiye’de farklı yaşanmış, değişik nedenlerle üniversiteler işgal edilmişti. ODTÜ işgal günleri henüz hafızalarda tazeydi, bizden bir iki yaş büyükler heyecanla aktarıyorlardı. O büyük heyecanın içine biz de katıldık, önemli bir şeyler yapabiliyor olmak, bir şeylerin içinde olmak, yapılanlara katkı koyabilmek olanağının sunulması genç gururumuzu okşuyordu.
Ankara günlerimde
hayatımda pek çok değişiklik oldu. Başkent Ankara İzmir’den oldukça farklı bir
yerdi, özellikle o yıllarda bu daha yoğun bir şekilde hissediliyordu.
Cumhuriyetle birlikte yapılmaya başlanan devletin prestij yapıları etkili bir
şekilde kentin siluetini belirliyordu. Farklı beraberlikler içerisinde çok
değişik çevrelere girebilme fırsatını bulmuştum. ODTÜ’de şehir planlama bölümü
öğrencisi İhsan Tutum’u tanıyordum, beni yakın arkadaşı mimarlık öğrencisi
Ahmet Eyüce’yle tanıştırdı, hemen kaynaştık, yakınlaştık. Benden birkaç sınıf
büyüktüler, birlikte geziyor, onların arkadaşlarıyla tanışıyorduk. Ahmet
Eyüce’yle daha sonra yurtta oda arkadaşı olduk, aynı ranzayı paylaştık, yıllarca
sürecek dostluğumuz giderek pekişti.
Ahmet Eyüce “meşhur” ranzasında.
Ahmet’in stüdyosuna
gider, arkadaşlarıyla da tanıştığım için yadırganmazdım. Birlikte gezmeye,
farklı etkinliklere katılmaya başlamıştık. Ahmet kendi sınıfından arkadaşlarla
birlikte gittikleri Şanzo Panzo isimli bir meyhane kulüp arası bir yere beni de
götürmeye başladı. O ortamdan Teftor’u, Özgür Akarsu’yu, Oktay Akdeniz’i, Aydın
Kılcıoğlu’nu ve daha nicesini hatırlıyorum. Burası ilginç bir yerdi, her
gelenin kolayca girebileceği bir meyhane gibi değildi. Özellikle Devlet
Tiyatrosu oyuncuları gösteri sonrasında yoğun olarak gelirlerdi. Sahnede izlediğimiz,
isimlerini duyduğumuz pek çok sanatçıyı orada görürdünüz. Ankara’nın geleneği diyebiliriz,
işinden çıkan memur takımı bir süre Kızılay’da dolaşır, Sakarya caddesindeki
meyhanelerde biraz demlenir ve sonra da evlerine giderlerdi, ortalık birden
ıssızlaşırdı. Sonraki yıllarda da Ankara’nın ünlü meyhanelerinin müdavimi
olduk, Tavukçu, Uysal çok sık gittiğimiz, gidince mutlaka bir tanıdığa
rastladığımız yerlerdi.
Üniversiteye gelmeden
önce klasik müzikle dersler dışında hemen hiç ilgilenmemiştim. Özellikle ilk
yıllarda Ahmet’le ve mimarlıkta beraber olduğumuz arkadaşlarla birlikte
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının hafta sonu konserlerine gitmeye başladık.
Etkileyici bir ortamdı, izleyenlerin farklı yapısı Ankara’nın bir başkent
olduğunu hatırlatıyordu. Müziği canlı olarak dinlemenin zevkine varmaya başlamıştım.
Bir süre sonra gündemimiz başkalaştı ve takip edemez oldum, ancak klasik
müzikle ilgimin başlangıcının o yıllarda izlediğim konserler olduğunu
söyleyebilirim.
Yurtta karşımızdaki odada
kalan Oktay Akdeniz’le Ahmet çok yakın arkadaştılar, birlikte olduklarında oluşan
neşe ortamı, yaratılan teatral havanın tadı unutulacak gibi değildi. Birlikte
Almanya’ya gitmişler ve bir yaz çalışarak bir dolu hatıralar ve fotoğraf
makinesiyle gelmişlerdi. Ben de bir süre sonra meraklanarak bir fotoğraf
makinesi edinmiştim. Daha sonra Oktay fotoğrafçılığı iyice geliştirmiş ve bu
konuda mimarlık bölümünde ders verebilecek duruma gelmişti. Yıllar sonra bir
mezunlar yemeğinde elinde gördüğüm ilginç makinenin özelliklerini anlatıyordu.
Bir sürü proje havada
uçuşuyordu, en ilginci de Afrika’da küçük bir ülke olan Leshota’ya gidip safari
yapmaktı. Bu konu öyle üstünkörü söylenip geçilen bir şey olmaktan çıkmış,
sürekli olarak Afrika’da vahşi ortamda üstü açık bir cip kullanırken yaşanılması
muhtemel sallantıların canlandırması da yapılır olmuştu. Her tekrarında senaryo
biraz daha gelişiyordu.
Tatil günlerinde İzmir’e
birlikte gider olmuştuk, Beyler sokağındaki evine de gitmiş ve ailesiyle
tanışmıştım. Aile ortamında Ahmet’i görmek, annesi, babası ve ablasıyla
ilişkisini izlemek ilginçti. Bahattin amcanın bizim şakalaşmamızı mağrur bir
tebessümle izlemesi gözümün önünde. Bir süre sonra Söke’ye de gelmiş,
bizimkilerle tanışmış ve bir gece bizde kalmıştı.
ODTÜ’de bir başka
bölümde okuyan Bodrumlu bir arkadaşımız Ahmet’ten babası için bir mimari proje
yapmasını istemişti. Konu Bodrum’un içinde kalan bir mandalina bahçesine mocamp
yapmaktı. Heyecanla işe sarılındı, kafasında bir şeyler hazırladı ve birlikte
yer görmeye gittik. Bodrum’a giderken bir gece Söke’de bizde kaldı. Yemekten
sonra Söke’deki arkadaşlarımla tanıştı, birlikte neşeli bir akşam geçirdik.
Hafızasının kuvvetli olduğuna bir örnek vermek isterim. O akşam gençlik
arkadaşlarımdan biri İngilizce öğrenmeye niyet ettiğini ve sözlüğü açarak ilk
kelime olan “The” kelimesinin manasını arayıp bulamayınca işi bıraktığını
söylemiş, hepimizi güldürmüştü. Aradan geçen 40 sene sonra karşılaştığımızda Ahmet
bunu gülerek hatırlatmış ve beni bir kez daha şaşırtmıştı.
Bodrum’a gittik ve
bahçeyi gördük, fotoğraflar çekildi, ihtiyaçlar belirlendi, yıl 1972 olmalı.
Proje çalışmasına Özen’in de katıldığını sanıyorum. Ama ne yazık ki bu proje
hayata geçmedi. Üzüldüğünü hatırlıyorum, ne de oysa ilk heyecandı. Ben projeye
katılmamıştım ama araziyi görmüş, yapmak istediğini beğenmiştim. Yıllar sonra
Bodrum’a gittiğimde o bölgeyle bahçeyle ilgili hiçbir iz bulamadım.
Bir yılbaşı akşamını da
ODTÜ Mimarlık balosunda çalışarak geçirdiğimizi söyleyerek bu dönemi
tamamlayayım. Her sene Mimarlık Fakültesinde yılbaşı baloları düzenlenir ve
Sosyalist Fikir Kulübüne gelir elde edilirmiş. Ankara’nın çok renkli olmayan
eğlence dünyasında gençlerin tercih edecekleri bir ortam oluyordu belli ki.
1970’i 1971’e bağlayan yılbaşında etkinliği düzenleyenler arasındaydık. Gün
boyu hazırlıklarla uğraştık. Bir süre önce strüktür dersi için avluda kurulu
olan jeodezik dom’u içeri taşımış ve farklı aydınlatma düzenekleri yaparak
ortama hareket getirmek istemiştik. Şehirdeki şarküterilerden mezeler alınmış,
bir yerlerden de müzik temin edilmişti. Ancak o sene olayların etkisi ile
olmalı çok katılan olmadı, yılbaşı etkinliği sönük geçti.
Bir süre sonra
Ahmetlerin sınıfı mezun oldu, ayrıldılar. Ben farklı alanlara yöneldim. Okuldan
sonra uzak kaldığımız yıllar oldu, görüşemedik, benim de yurt dışı günlerim
oldu, uzaktan duyardım, akademik kariyer yapmıştı. Yıllar sonra tekrar buluştuk,
Mimarlar Odası’nda yönetici olmuştum, Ahmet İzmir’deydi, gündemlerimiz
kesişmeye başladı. Eski dostluğun sıcaklığına yeniden kavuşmanın mutluluğunu
yaşadık. Espri repertuarı daha da zenginleşmişti, konuşma performansı herkesin
beğenisini alıyordu. Bir süre sonra İstanbul’a geldi, Bahçeşehir
Üniversitesi’nde Mimarlık Fakültesi Dekanı oldu, böylece daha sık karşılaşır
olduk.
O yıllarda mimari eğitimin
yeterliliği, eğitimin niteliği, mesleğe kabul, akreditasyon, sürekli mesleki
gelişim yoğun bir şekilde tartıştığımız konulardı. 1999 Depreminden sonra
düzenlenmeye başlayan Mimarlık ve Eğitim Kurultaylarında meslek örgütü temsilcileriyle
mimarlık akademiasının ortak tartışma platformlarını oluşturmaya çalışıyorduk.
Biz de MOBBİG (Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları İletişim Grubu) ve MİDEKON
(Mimarlık Dekanları Konseyi) toplantılarına katılıyor, ortak sorunlarımız
hakkında görüşlerimizi dile getiriyorduk. Özellikle ortak görüş oluşturma
noktasında yaptığımız komisyon toplantılarında Ahmet’in katkısını unutmam
mümkün değil. Ne yazık ki o süreçte dile getirilenler, üretilen metinler siyasi
iklimin çok farklılaşması nedeniyle hayata geçirilemedi. Ama beraberliğin
verdiği ortak çalışma duygusu, birbirimizi anlama çabası önemli bir kazanımdı.
Birlikte katıldığımız
toplantılarda aynı ranzada yattığımızı herkese duyurarak konuşmasına başlar,
herkesi güldürürdü. Son yıllarında kendisine yakıştırdığı papyonuyla, teatral
sunuşlarıyla ilgi çekiyordu. Eski günleri hatırlatan muzipliğiyle, hınzır
zekâsıyla, yaptığı esprileriyle herkesin sevdiği biriydi. Beni öğrencilere
yönelik toplantılara konuşmacı olarak çağırdığı olurdu, meslek ortamı
hakkındaki bilgileri öğrencilerle paylaşmamı isterdi, mezun olunca karşılaşabilecekleri
sorunları meslek örgütü yöneticisinin ağzından dinlemelerini bir tür
farkındalık eğitim olarak gördüğünü söylerdi.
Hayat her gün bin bir
çeşitliliğiyle bir sürü küçük hikâye sunuyordu Ahmet’e. Bindiği taksinin
şoförüyle yaptığı konuşmadan hikâyeleştirebilecek bir şeyler çıkarabilir ve hemen
kaydettiği küçük defterine bunları dolmakalemiyle not ederdi. Dolmakalem
meraklısıydı ve farklı renk seçkileriyle mürekkepler hazırlamayı severdi. Bir gün
benim de sevdiğimi ve kullandığımı öğrenince hemen masasındaki kalemlerden
birini hediye etti ve en iyi dolmakalemi Cağaloğlu’nda nereden alacağımın
tarifini yaptı.
Bir toplantı sonrası İzmir’de
Pasaport’tan Alsancak limana doğru sahilden yürümeye başladık, eski günlerden,
dostluklardan, dostlardan söz ediyor, arada görüşmediğimiz zamanlarda olanları
konuşuyorduk. Birden “Bak bu iskeleyi ben tasarladım, dört ayakla çatıyı
çözdüm” dedi. O zamana kadar yaptığı işleri bilmiyordum, öğrenme fırsatım
olmamıştı. Bu yazıda da Ahmet’in mimari performansına yönelik bir değerlendirmede
bulunabilecek durumda değilim. Ben erken yaşta aramızdan ayrılan sevgili
dostumun, ranza arkadaşımın, beraberliğimizden kalan anılarını aktarmakla
yetineceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder